29 Eylül 2009 Salı

Ankara' ya öyle yakışırdı ki kar...


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..

asfaltlar ışıldar,

buz tutardı resmi yalanlar...


Kimse keman çalmaz belki,

ama çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış,

gri sisli binalar...

Alnının ortasında ciddi bir devlet asabiyeti.

çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,

bu zulüm bu sevda bitmezmiş,

sevmek bir halkı sevmekse aşk o zaman sevmekmiş! (biz bir şeyi delicesine severiz ama tanrım neyi?)


Kahve önü çatlak mozaik,

bel kemiğine tehdit kürsüler üstünde çok sigara içen öğrenciler,

bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken hep onu sevmeyenleri severek,

hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak,

karışarak, toplumcu gerçekçi yalnızlıklara yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını bir izmirli güzele dayatmak varken

(hep kardeş olacak değiliz ya yaşasın halkların sevgililîğî!)

soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan dağda çoban,

şehirde şark çıbanı sayılan fırat'ın büyük elleri,

Ararat'ın kız yelleri,

Cilo'nun derin nefesleri,

hülasa kente hukuk mukuk okumaya,

mümkünse o arada da, memleketi kurtarmaya gelmiş,

anadolu çocukları...


Ankara' ya öyle yakışırdı ki kar,

asfaltlar ışıldar,

buz tutardı resmi yalanlar...


(belki balkona kar seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar çok dibimiz donmuştur ve çoğu zaman bu kar mevzuu kızlara yeterince ilginç gelmemiştir


Hiçbir şey, kapalı bir dükkan kadar hüzünlü gelmez insana Ankara'da,

Yoksa bugün bir hayat yaşanmayacak mı ? duygusu çöker bütün bozkıra...


Kimse keman çalmaz belki,

Belki bu film hiçbir zaman o kadar fiyakalı olmayacak ama,

Hiçbir lahmacunda o okul yolundaki,

üçüncü sınıf lokantadakinin tadını vermeyecek bir daha..


Çok daha iyilerini yedim sonra bizzat Urfa'da hatta

Ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya...


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar,

çok yabancı bir soluk duyulur bazı,

bilinmez bir dilin ıslığından,

anla ki sıkıldı,

bizim konsolosluktaki konuklar...


Öyle deme Ankara'yı sevmeyene bir zulümdür,

bu kadar insanın neden Ankara'yı sevdiğini anlamadan Ankara'da yaşamak...


Yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama biz her duvara bilvesile onların adını yazarak yaşadık...

Kül ve betondan mürekkep yaşadıkça yaşanılası gelen o tuhaf bozkır kokusunda.


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar,

asfaltlar ışıldar...


Bir günden bir sürü gün yapan,

mesai saatlerinde hiçbir şey yapan, hiçbir şey alıp hiçbir şey sunan,

rakıyı bol sulu içen... dokunmasın için değil!!

çabuk bitmesin dîye devletimin tekel rakısı,

hep kağıtlara bakarak,

hep kağıtlardan bakarak...


Hem Neşet Ertaş' ı hem Bülent Ersoy' u aynı anda sevmeyi başararak,

karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı çok beğenmeyerek ama yine de bu tasarrufunu takdir ederek boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken hep bir şeylere birilerine küsmüş gibi yürüyen... memurlar.......


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.. Asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar...


Biz şimdi kapalı bir kuruyemişçi dükkanının ,

ki bütün plan kar altında,

tuzsuz ay çekirdeği çitileyip yanı sıra bafra içmektir-

kötü ışıklandırılmış vitrininden umutsuzca içeri bakan,

kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,

merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş,

yani sistem kendi verdiği kimliği zırt pırt geri istemektedir-

doğduğu yer yüzünden doğuştan kavgacı zannedilen

ama pek çoğu kavgadan nefret eden,

kavgacı,

esmer,

cesur,

korkak,

çoğu kürt,

çoğu türk,

çocuklardık...


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....


Ha sonra belki Ahmed Arif' in aklına hiçbir şairin aklına gelmeyecek

çünkü hiçkimse bir daha Ankara' yı O'nun kadar sevemeyecek


Bir şiir islenir: kar altındadır varoşlar hasretim nazlıdır Ankara.....

Ustam yine sen bilirsin ama,

hangi aralıkta bir şair ölmüşse işte o an netameli aydır bence.


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar... asfaltlar ışıldar... yalanlar...


Şimdi ve sonra ne zaman Ankara'ya kar yağsa,

elim,

gönlüm,

çocukluğum,

buz tutar....
YILMAZ ERDOĞAN

12 Eylül 2009 Cumartesi

Neye Niyet, Neye Kısmet!

Şafağa kadar rakı demiştik...

Kısmet sabahın üçünde,

sıvanmış paçalarla,

sel basan Bodrum evimde dizlerime kadar gelmiş olan suyu,

plastik kovalarla sabahın yedisine kadar boşaltmak..

9 yıldır 24 saat her an gördüğüm eşimi, sırılsıklam görüp, ona bir kez daha aşık olmak...

Tüm iflas etmiş Bodrum logarlarını açacağı beklenen, tek kanalizasyon ekibinin başı süperman kıvamındaki plastik terlikli ustayla, gün ağarırken sigara içip gülmekmiş...


Hayat, fırtınanın geçmesini beklemek değilmiş ki!...


Yağmurda dansetmeyi becerebilmekmiş!!!...

11 Eylül 2009 Cuma

Bodrum Büyük...Rakı Ondan Daha Büyük...!



Birinci kadeh, vücuda yarar.
İkincisi mâkul karar.
Üçüncü kadeh, kafayı sarar,
Dördüncü, dimağı yorar...
Beşinci kadeh keseye zarar,
Altıncısı, hatır kırar.
Yedincisi, belâ arar..
Sekizinci kadeh vurur-kırar ;
Dokuzuncu kadeh... hâkim, hesap sorar...
(Benim beşta falan arızaya bağlar, açıkhavaysa altıya uzar:)
Sahte leyn...herşey sahte....
Bu gece herşeyi bir kenara koyuyor,
Rakıma buz koyuyor,
"Ah bir de o rakı şişesinde balık olsam" diyorum...
Adı sayılır bir filozofa bir gün sormuşlar:
"Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bunca fakirsiniz?"
Cevabı şöyle: Onu almak için eğilmek lazım da ondan" demiş...
Kadehimi önce sağlığa, sonra "şerefe" kaldırıyorum...
Hayat...
Oltanın ucuna ne kadar güvendiğinize bakar...
Bodrum' da herhangi sıradan bir gece...
Şafağa kadar...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Hadeee.... bir iki....bir iki...2010 Kültür Başkentine geeel !!!


Bugün gözlerimi , üstadın deyimiyle yalnız ve güzel ülkemde sel felaketiyle açtım. Doğal afet deyip geçecek kadar yedirmeyeceğim bu mevzuyu...Sabahın erken saatlerinden beri izlediğim bu milli felaket tablosunda gördüklerimiz, yaşananların sadece yüzde biri...

“Derenin intikamı ağır olur” buyurmuş sayın başbakanımız...Canım benim, zaten “toplasam o öğütleri buradan köye yol olur”... Bu ne ya...Yok artık...Gayriciddiliğe bak...Canım devletim bana atasözüyle öğüt veriyor. Şimdi ben desem ki tabi zatalinizin Çankaya’ nın tepesindeki köşkünde altı kuru keyfi yerinde, sizin oralara su yağsa , yokuşundan birlik mahallesini basıyor desem "nazar etme ne olur, çalış senin de olur “diyiverecek? Pes doğrusu..

Öbür karaktere dönüyor kameralar..Bizim meşhur muhallebici... daha da yıkıyor ortalığı...”Suç insanlığın” diyerek çıkıveriyor işin içinden. Sen yıllarca “AYAMAMA” deresini islah etme konusunda bir türlü “AYAMAMA”; çarpık yapılanma ve rant için yeşilliği yok et, sonra küresel ısınmadan konuyu başlat, tüm suçu dere kıyısına belediyelerin verdiği imar izniyle ev yapan üç beş garibana, fabrikasına gitmek için servise binen birkaç emekçi kadını ya da bodrum katındaki evinden felçli olduğu için çıkamayan yaşlıyı suçlu ilan et...Bravo yani...

Yüzsüzler...ölmeleri bile yetmiyor değil mi...yine suçlular, hep suçlular...
Bu mudur sizin belediyeciliğiniz...Hadi belediyeciliği de geçtim bu mudur sizin insanlığınız.?Zamanında 3 trilyon verip lalelerden oralara da dikseydiniz bari, biraz keserdi suyu...amaaaan onlara biraz kömür biraz da pirinç yeter de artar bile, öyle değil mi sayın başkan?

Gelelim üçlünün Peter Sellers versiyonu valimize...Sizi işçi bayramında hastaneye su sıktığınız panzerlerle hatırlıyorum...Çıkıyor ekrana “kurtarılacak kimse kalmadı, son kişiyi de kurtardık”..Allah allah..Bak sen..Sabah altıda sel basmış...Adamlar zaten çatıya çıkıp kendi kendilerini kurtarmışlar, sen saat dörtte gelip onları helikopterle almışsın...büyük hizmet vallaha tebrik ederim şahsen..Yerin dibine girmek için size sel falan da nafile!

"Allahın yağmurundan da mı biz sorumluyuz" diğen bir diğer partili arkadaşa, 1994’ te yağan yağmura “bu tayyip bereketi” diye selamlayanlara, bir selam da benden olsun.

Acılar üzerinden siyasi rant elde edilmeye çalışılıyormuş...Yok yaa..!!!
Ben artık ölenlere başsağlığı, kalanlara allahtan sabır dileyen bir anlayışı izlemek istemiyorum. “Dünyanın hiçbir yerinde “ diye başlayan vizyonu Edirne’ den öteye gitmemiş bir sürü zatın açıklamalarını dinlemek istemiyorum. YEMİYORUM...gerçekten YEMİYORUM...

Doğal afetler ve felaketler, herşeyde olduğu gibi yoksulu vuruyor..
Ve insanoğlu aslında bir gün kimin oralarda olacağını da bilemiyor. Hayat bu...Belli mi?
Onlar cumhurbaşkanı resepsiyonuna katılamıyorlar, başbakanın yemeğinde de yoklar. Bellerine ceket bağlayıp ilk afette yıkılacak evleri için göbek te atamıyorlar, osiyad, busiyad ve şusiyad masalarında kendi firmaları için kdv indirimleri ya da birtakım imtiyazlar isteyemiyorlar.
Yapabildikleri tek şey yerel belediye başkanlıklarının bekleme salonlarındaki soluk tekdüze kahverengi koltuklarında akşama kadar dertlerini anlatabilmek için beklemek, ve akşama derdini anlatamadan geri dönmek.

Ama enteresan bir anektod! Basından pek çok arkadaşım, her gün geçtikleri yoldan bu sabah bir saat daha erken geçselerdi, bugün daha da farklı bir tablo çıkıyordu ortaya...
Daha mı önemli olacaktı o zaman bu mevzu sizin için Ey Aymazoğlu! ( insanoğlu yerine bulduğum yeni tabirimdir kendileri)
Yukarıdaki resmin sizi gerçekten etkilemesi için ailenizden biri ya da akraba veya tanıdık mı olması gerekiyor?
Offf. Bu akşam, sel mel pek keyifsiz ortam. Hadi biraz kafa dağıtalım değil mi..
Devam edin eller havaya; Hayaaaaatt, beni neden yorruyosssuuunn?
Not: Selden sonra mal toplamaya çalışan "yağmacılar"! Bu ayıp sizin değil...gerçekten değil...