28 Aralık 2009 Pazartesi

Umudunuz bol olsun!



Tükenmek üzere olan,
Şu kısacık an,
Yakında yok olacak...
Ve ister altından yapılmış,
İsterse acıyla yüklü olsun,
Bir kez daha
aynı kılıkla
karşınıza çıkmayacak...

24 Aralık 2009 Perşembe

Ne yaptın yine şebooo...



Güneş batınca fark ettim,

Bütün hayallerim caddeye uzanmış,

Tüm doğru bildiklerim asfalta akmış,

Hepsi serapmış...




İstiklal caddesi kadar Şebo...

20 Aralık 2009 Pazar

Bundan tam 1 yıl önce oradaydım...


Yukarıdaki gün; resimdeki küçükhanımın yuvadan uçtuğu gündür.
Bendeniz, bu uçuş gecesinde, o odada olan nadir satsumalardan biriyim...
Kendisinin pek çok lakabı vardır...Bende ki "Domdom" dur... Sebebini kendileri iyi bilir... Gecenin sonunda eline aldığı cüzdanı, nidalarla havaya sallamasıyla, lakabını bir kez daha doğrulamıştır:)
Söz uçar, yazı kalır...
Ssatsuma der ki: elele yürüdüğünüz bu yolda; güneş hep önünüzde, gölgeler arkanızda kalsın...
Ah ne kahraman ne cesur,
Ne güzel çocuklardık..
Her yeni günü ümitle,
Nasıl kucaklardık...
Hem utangaç hem hevesli,
Mektepli sevgilerdik..
Pek kırılgan pek acemi,
Bir söyler bin gülerdik!!!

11 Aralık 2009 Cuma

Babamın Anısına...


melek babam, melek olalı 3 yıl oldu... onun anısına...

23 Kasım 2009 Pazartesi

Alışmadık g.tte, don durmaz!


Ben genelde hasta olmam. Hayatımda iki üç diş apsesi vakası dışında, çocukluğum dahil antibiyotik kullanmışlığım yoktur. Çocukken tüm okul arkadaşlarım sürekli hasta olur ve antibiyotikle yaşarlardı. Hayatımda bebekken olanlar hariç hiç aşı olmadım. Her aşı günü tabana kuvvet okuldan kaçmışımdır. Doktor, ilaç, aşı falan sevmem yani ben. Biraz ihmali de severim doğrusu. Büyüdüm ama herşey aynı. Başım ağrıdığında bile düşünmemeye çalışır, çok tuttuysa gider yatarım. Kalktığımda hiçbirşey kalmamıştır. Sadece acıktığımda yemek yerim, düzenim saatim yoktur. ( ayıptır söylemesi vücudum da, tanıyanlar bilir taş gibidirJ) . Uyku saatim yoktur genelde gececi baykuşlardanımdır, uykum gelmeden yatağa gitmem. Günde 1.5 paket sigara içer, alkol severim...Hiçbir şekilde çok gerekmedikçe ne ilaç, ne de vitamin kullanmam. Doktor kontrolüne gitmem... check-up yaptırmam... Ben biraz allaha emanet yaşarım....

Yaklaşık on beş gündür hastayım. Yıllardır böyle hasta ve böyle yorgun olmamışımdır desem yeridir. Ufak bir boğaz kaşıntısı, hafif öksürük derken, bir anda kendimi uzmanların çökmüş bağışıklık sistemiyle yataklarda buldum. Hafif tırsmadım desem yalan olur. Malum ortalık kuştu, domuzdu, h1 di, a tipydi tuhaf tuhaf virüslerle kaynıyor. Önce kendimi doktorda, ardından güvenemeyip hastane acilinde burnumda o saçma maske ile buldum. Bir kaç departman gezmesinden sonra yaşadığım ağır durum ve semptomlar doktorlara yetmemiş olacak ki, elime tutturulmuş bol parasetomollü reçete ile eve geri gönderildim. Yatağa bir yattım, yatış o yatış. Ateş yok ama üzerimde dövüşüyorlar sanki.

Tüm hayatımı bir anda stand-by konumuna alıp yatakta günlerimi geçirmeye başladım. Ypacak bişey yok, zaten kalkmaya derman yok. Notebook’u kucağa alacak hal bile yok. Bol bol tv haliyle elinde kumanda, en zahmetsiz meşgale. Ana haberde Uğur Dündar’ın yüzündeki dehşet ifadesini gördükçe, ölü sayısını duydukça daha da büzüşüveriyorum yatağa. Her kanal bir başka belirtiden bahsediyor...mide bulantısı mı dedi... akabinde 20 sn içinde midem bulanmaya başlıyor... kas eklem ağrısı mı dediler, saniyede kollarım dirsekten kopup önümde sallanıyor.Şu yemyeşil evlere şenlik satsuma halim gitti, döndü sapsarıya, soldu. Bir de hastalığın üzerine paranoya..yusuf yusufum yahu ...

Hemen şu duymaktan artık içime ikrah gelen bağışıklık sistemini güçlendirmek için motorize birlikleri devreye soktum. Alkol zaten kesilecek prstml. şokuna girmemek için şart. Sigara en aza indirilecek.( Bu saatten sonra azaltsam kaç yazar 15 yaşımdan beri non-stop içiyorum..bir çeşit bacayım ben artık) Meyve suyu içilecek. Mandalina portakal derken nar suyunu keşfettim. Şuymuş, buymuş pek bir övüyorlar bu ara deneyelim dedik. Çiğ çiğ sarımsak ve soğan yemekten mide midelikten çıktı artık işkembeye döndü. Az haşlanmış brokoli, karnıbahar, yok balık yağı, c vitamini, ceviz, öte yandan ağzıma koymadığım ve saçmalığın daniskası bulduğum bitki çayları özellikle ekinezya bazen gingseng...vs. Bir öksürük var ki içeriden duydu mu sesini salonda Erol Taş oturuyor zannedersiniz. Saatlerce ayağımla yeri teperek dövünüp duruyorum. Şurubun yanına hemen şlak ballı zencefilli süt...Kışın pek te meyve ağzına koymayan ben, yanında kallavi bir meyve tepsisi akşamlarını portakal ağacı mutasyonuna uğramış bir şekilde erkenden yatağa yollanıyor. Malum düzen uyku falan önemli. Sürekli sağlıklı olduğu söylenen şeyleri yiyip içip, eşimle birbirimizin omzunu sıvazlayıp, mütemadiyen birbirimizi takdir ediyoruz. Vaaay bugün ne sağlıklı yaşadık, süper bir gündü diye diye günler geçiyor...gel gör ki ben yine hastayım....Herşeyi yapıyorum ama ayağa kalkamıyorum.

Ne yapsam ne yesem olmuyor. Daha iki gündür hafiften dolanmaya başladım, ne zamanki ilacı kesip ufak çapta balık-rakı olayına girmeye başladım, işte o zaman gözümün feri geldi. Espriler havalarda uçuşuyor, kendime geldim be, oh ya. Dedim içimden “ulan ssatsuma, sağlıklı yaşam senin neyine..” olmuyor işte...

Hala ilk boğazım battığında, eski usül, dostlarımla Ankara da yaptığımız gibi( bu bir ankara usülüdür de zaten) boğazımı sıkıca bir atkı ile sarıp, olabildiğince kalın giyinip, kanyak( “tabii” olursa daha etkili) ve yanında mandalina yiyip,terleyip, ertesi güne çakı gibi iyileşmek dururken; ben neden kendimi hastane yollarında buldum bilmiyorum ve çok kızıyorum. Galiba yaşlanıyorum. Ama ne demiş bazı büyüklerimiz: Alışmadık g.tte, don durmaz!

6 Ekim 2009 Salı

Oynakbaşı olmadan, Oymakbaşı olmak!!!



Malum, yerel seçimlerden önce birçok grup beni de kendi bünyelerine çekebilmek için çok uğraştı. Bir oyun bile ne kadar önemli olduğu düşünülünce haklı bir durumdu bu. Ancak defalarca, oyumu burada vermediğimi tek tek, herkese izah ettim. Yıllarca Nişantaşı’nda yaşadığımdan dolayı oyumu şişli bölgesinde, elbette Sarıgül’e verdim.


Yerel seçim öncesi, Bodrum’da tanınan ve çok sevilen iyi bir gazeteci arkadaşım “Kim kazanırsa kazansın, Bodrum bir beş yıl daha kaybetti” demişti. Bodrum gibi aslında dünyanın St.Tropez’i olabilecek güzelliğe ve lokasyona sahip bir kent için; en az üç - dört dil bilen, uluslararası ilişkileri kuvvetli, vizyon sahibi, Ankara ile ilişkileri güçlü ve oturmuş, çalışkan, dinamik, ...vs..vs bir kişi hayal ediyorduk biz..


Kocadon; içinde benim de tanıdığım ve çok sevdiğim, kaliteli, kıymetli insanların da olduğu iyi bir ekip kurdu. Bu ekipten birçok kişi, hiçbir karşılık beklemeden gece gündüz çalıştılar ve seçimden önce bizzat bana kendi ağzıyla söylediği “Benim zaten soyadıma oy verecekler, özel bir kampanya yapmama gerek yok!” diyen Kocadon’u çok az bir farkla başkanlık koltuğuna oturttular. Yine bana seçimden önce “Biz bu günlere kimselere danışmadan geldik!” diyen diğer aday, kimselere danışamadan patladı gitti! Artık esamesi okunmuyor.


Gelen gideni aratacak mı? Bunu zaman gösterecek. Ama şimdi iyi niyetli olduğunu düşündüğüm taze belediye başkanından bir vatandaş olarak, diskoya gitmek dışında bir takım hizmetler bekliyorum.


Bunları paylaşmak istedim:


Gürültü kirliliği sorunu nasıl çözülecek? Artık çarşaf çarşaf tüm gazetelere manşet olmuş sabıkalı Catamaran ve Mandarin Hotel’in alt mekanı olan TIKKY‘ye neden dokunulmuyor? Sabaha karşı beşte elektrik almış gibi yataktan fırlayıp karı koca kolbastı yapmaktan helak olduk vallaha...


Çok hafif bir eylül yağmurunda barlar sokağını kesen tüm ara sokaklardaki mazgallar ve logarlar taştı. Onlar dolunca evimin avlusunda, paçaları sıvayıp elimizde kovalarla sabaha kadar su boşalttık. Evimizi su basacak diye on dakikada bir aradığımız ve Bodrum’da tek olduğunu öğrendiğimiz açma ekibi 3.5 saat sonra teşrif etti. “Her yer taşıyor yetişemiyoruz” diyen belediye görevlisinin “izin verselerdi de yazın yağmur yağmadan tüm logarları açsaydık kışın hiç sorun yaşamazdık” serzenişlerini belediye büyüklerine iletmeyi borç bilirim. Hayır iki damla yağmurda yaşadıklarım ortada, kışı düşünemiyorum. Altyapı ve ekip arttırımı konusunda neler yapmayı düşünüyorsunuz? (Sürekli logar basan ev ve otelleri hiç konuşmuyorum bile...Allah kötü kader yazmasın.... )


Açıldığı günden bu yana bizi heyecan fırtınasına sürükleyen gemi yanaşma iskelesi ne zaman çakma turistli çakma gemilerden kurtarılıp, gerçek kaliteli profilli cruise’lara geçecek? Sürekli Fransız şapkalı amcalar, İspanyolca konuşan teyzeler yanımdan geçip duruyor, daha bir adaçayı almış olanını görmüş değilim. Kendileri bol bol grip virüsü getirip dönüyor. Şaka bir yana Bodrum’un turist profili gün geçtikçe düşüyor. Madem ki böyle bir iskele yapıldı, bunun yurtdışıyla ciddi bağlantılarını sürdürecek, önümüzdeki beş yılın her gününü doldurabilecek ciddi bir ekip kuruldu mu, gerçek Bodrum esnafının yüzü önümüzdeki yıllarda bir nebze gülecek mi diye merak ediyorum? (32 TL’ye meatball satan kumbahçe yaratıkları hariç.)


Her sene çıkan orman yangınlarında hektarlarca yeşil alan yok oluyor. Bunların yerine yeşillendirme projeleri yapılıyor mu? Tema Vakfı ile ortak çalışmalara girildi mi? Tekneyle her çıkışımda, denizden karaya şöyle bir baktığım her seferinde; Bodrum gözüme daha kelek gözüküyor. Aman diyeyim...


Yaz bitti. “Bodrum’a yazın kapasitenin üzerinde tatilci ve turist geliyor, su yetmiyor” geyiğini duymaktan içime ikrah geldi artık. Kardeşim yaz bitti, okullar açıldı, lig başladı, yaprak dökümü başladı, herkes gitti. Daha neyin susuzluğu bu anlamak mümkün değil. Yine makinaları çalıştırmak ve banyo yapmak için akşam dokuzu beklemek zorundayım. Buraya kışın ve baharda yağan yağmur, hiçbir büyükşehre yağmıyor. Bu sular nereye gidiyor yahu?! Yıl 2009, çamaşır yıkamak için de akşam saati mi beklenir canım, çüş artık!


Homeless' ların çadırlarını tekme tokat kaldıran acımasız zabıtaya da buradan bir çift sözüm var. Siz güçsüzlerle uğraşacağınıza sokağımın başında eski başkanın yakını olduğu söylenen boncukçu ailesi (nam-ı diğer Addams Family) kabus gibi sokağın başına sandalyelerle barikat kurmuş, sokağa ne girmek ne çıkmak mümkün. Onları kaldırsanıza! Resmen sokağı işgal ediyorlar arkalarında da leş gibi sokağa kokusu yayılan umumi tuvalet! Buraya kadar geiyor, onu görmüyorsunuz pes doğrusu. Belediye kendilerine bir yer gösterdi de evsizler mı gitmedi? Koca Bodrum’da sokakta yatanlara sığınabilecekleri bir yer bulmak zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Ne demişler az laf çok iş!


Türkiye’nin büyük gururu, kendi işinde duayen; ancak ne var ki Bodrum’a pek de fazla bir katkıda bulunmamış rahmetli Ahmet Ertegün’ün eşi Mika Ertegün ile işbiriği yapmak güzel bir girişim. Zamanında A. E Bodrum Caz Festivali projesi için kendisi ile görüşüldüğünde “Sizin paranız benim ismime yetmez” cevabının alındığı Ertegün ailesinde, fikirlerin değişmiş olduğunu görmek pek güzel. Şimdi aynı işbirliği; okul ve okul aile birlikleri, sivil toplum örgütleri, özel örgütlenmeler, meslek temsilcileri, öğretim üyeleri ve gazeteciler ile biraya gelinen organizasyonlar ve fikir alışverişleri Bodrum için yararlı olurdu diye düşünüyorum.


İki yıl içinde tüm turizm bölgelerindeki palmiyeleri bitireceği söylenen(!) kırmızı palmiye böcüklerine dikkat..


Bodrum’a yeni bir tanıtım filminin çekilmesi, yurt dışında ve içinde yıllar boyunca bozulan imajın tekrar düzeltilmesi, eski yeldeğirmenlerinin restore edilmesi, kültür sanat ve spor etkinlikleri, Kale’ deki İngiliz Kulesi’nde eski günlerdeki gibi şarap içilebilmesi, altyapı, üstyapı ...............o hoooo...... öyle çok iş var ki Bodrum’da çay içecek, squash oynayacak vakit yok!!


Seçimden sonra taze başkanı etrafta görmek bana hiç kısmet olmadı. Oy toplamak için seçim öncesi dolaştığı gibi biraz daha sokaklara inerse, benim burada naçizane köşemin yetmediği pek çok eksiği gediği kendi görüp el atmak isteyecek zaten.


Sokak; belediye odalarından, koltuklardan daha keyiflidir , nabız tutmaksa bu işlerde çok önemlidir. Benden söylemesi..


Haydin kolay gelsin!

29 Eylül 2009 Salı

Ankara' ya öyle yakışırdı ki kar...


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..

asfaltlar ışıldar,

buz tutardı resmi yalanlar...


Kimse keman çalmaz belki,

ama çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış,

gri sisli binalar...

Alnının ortasında ciddi bir devlet asabiyeti.

çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,

bu zulüm bu sevda bitmezmiş,

sevmek bir halkı sevmekse aşk o zaman sevmekmiş! (biz bir şeyi delicesine severiz ama tanrım neyi?)


Kahve önü çatlak mozaik,

bel kemiğine tehdit kürsüler üstünde çok sigara içen öğrenciler,

bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken hep onu sevmeyenleri severek,

hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak,

karışarak, toplumcu gerçekçi yalnızlıklara yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını bir izmirli güzele dayatmak varken

(hep kardeş olacak değiliz ya yaşasın halkların sevgililîğî!)

soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan dağda çoban,

şehirde şark çıbanı sayılan fırat'ın büyük elleri,

Ararat'ın kız yelleri,

Cilo'nun derin nefesleri,

hülasa kente hukuk mukuk okumaya,

mümkünse o arada da, memleketi kurtarmaya gelmiş,

anadolu çocukları...


Ankara' ya öyle yakışırdı ki kar,

asfaltlar ışıldar,

buz tutardı resmi yalanlar...


(belki balkona kar seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar çok dibimiz donmuştur ve çoğu zaman bu kar mevzuu kızlara yeterince ilginç gelmemiştir


Hiçbir şey, kapalı bir dükkan kadar hüzünlü gelmez insana Ankara'da,

Yoksa bugün bir hayat yaşanmayacak mı ? duygusu çöker bütün bozkıra...


Kimse keman çalmaz belki,

Belki bu film hiçbir zaman o kadar fiyakalı olmayacak ama,

Hiçbir lahmacunda o okul yolundaki,

üçüncü sınıf lokantadakinin tadını vermeyecek bir daha..


Çok daha iyilerini yedim sonra bizzat Urfa'da hatta

Ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya...


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar,

çok yabancı bir soluk duyulur bazı,

bilinmez bir dilin ıslığından,

anla ki sıkıldı,

bizim konsolosluktaki konuklar...


Öyle deme Ankara'yı sevmeyene bir zulümdür,

bu kadar insanın neden Ankara'yı sevdiğini anlamadan Ankara'da yaşamak...


Yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama biz her duvara bilvesile onların adını yazarak yaşadık...

Kül ve betondan mürekkep yaşadıkça yaşanılası gelen o tuhaf bozkır kokusunda.


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar,

asfaltlar ışıldar...


Bir günden bir sürü gün yapan,

mesai saatlerinde hiçbir şey yapan, hiçbir şey alıp hiçbir şey sunan,

rakıyı bol sulu içen... dokunmasın için değil!!

çabuk bitmesin dîye devletimin tekel rakısı,

hep kağıtlara bakarak,

hep kağıtlardan bakarak...


Hem Neşet Ertaş' ı hem Bülent Ersoy' u aynı anda sevmeyi başararak,

karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı çok beğenmeyerek ama yine de bu tasarrufunu takdir ederek boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken hep bir şeylere birilerine küsmüş gibi yürüyen... memurlar.......


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.. Asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar...


Biz şimdi kapalı bir kuruyemişçi dükkanının ,

ki bütün plan kar altında,

tuzsuz ay çekirdeği çitileyip yanı sıra bafra içmektir-

kötü ışıklandırılmış vitrininden umutsuzca içeri bakan,

kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,

merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş,

yani sistem kendi verdiği kimliği zırt pırt geri istemektedir-

doğduğu yer yüzünden doğuştan kavgacı zannedilen

ama pek çoğu kavgadan nefret eden,

kavgacı,

esmer,

cesur,

korkak,

çoğu kürt,

çoğu türk,

çocuklardık...


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....


Ha sonra belki Ahmed Arif' in aklına hiçbir şairin aklına gelmeyecek

çünkü hiçkimse bir daha Ankara' yı O'nun kadar sevemeyecek


Bir şiir islenir: kar altındadır varoşlar hasretim nazlıdır Ankara.....

Ustam yine sen bilirsin ama,

hangi aralıkta bir şair ölmüşse işte o an netameli aydır bence.


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar... asfaltlar ışıldar... yalanlar...


Şimdi ve sonra ne zaman Ankara'ya kar yağsa,

elim,

gönlüm,

çocukluğum,

buz tutar....
YILMAZ ERDOĞAN

12 Eylül 2009 Cumartesi

Neye Niyet, Neye Kısmet!

Şafağa kadar rakı demiştik...

Kısmet sabahın üçünde,

sıvanmış paçalarla,

sel basan Bodrum evimde dizlerime kadar gelmiş olan suyu,

plastik kovalarla sabahın yedisine kadar boşaltmak..

9 yıldır 24 saat her an gördüğüm eşimi, sırılsıklam görüp, ona bir kez daha aşık olmak...

Tüm iflas etmiş Bodrum logarlarını açacağı beklenen, tek kanalizasyon ekibinin başı süperman kıvamındaki plastik terlikli ustayla, gün ağarırken sigara içip gülmekmiş...


Hayat, fırtınanın geçmesini beklemek değilmiş ki!...


Yağmurda dansetmeyi becerebilmekmiş!!!...

11 Eylül 2009 Cuma

Bodrum Büyük...Rakı Ondan Daha Büyük...!



Birinci kadeh, vücuda yarar.
İkincisi mâkul karar.
Üçüncü kadeh, kafayı sarar,
Dördüncü, dimağı yorar...
Beşinci kadeh keseye zarar,
Altıncısı, hatır kırar.
Yedincisi, belâ arar..
Sekizinci kadeh vurur-kırar ;
Dokuzuncu kadeh... hâkim, hesap sorar...
(Benim beşta falan arızaya bağlar, açıkhavaysa altıya uzar:)
Sahte leyn...herşey sahte....
Bu gece herşeyi bir kenara koyuyor,
Rakıma buz koyuyor,
"Ah bir de o rakı şişesinde balık olsam" diyorum...
Adı sayılır bir filozofa bir gün sormuşlar:
"Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bunca fakirsiniz?"
Cevabı şöyle: Onu almak için eğilmek lazım da ondan" demiş...
Kadehimi önce sağlığa, sonra "şerefe" kaldırıyorum...
Hayat...
Oltanın ucuna ne kadar güvendiğinize bakar...
Bodrum' da herhangi sıradan bir gece...
Şafağa kadar...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Hadeee.... bir iki....bir iki...2010 Kültür Başkentine geeel !!!


Bugün gözlerimi , üstadın deyimiyle yalnız ve güzel ülkemde sel felaketiyle açtım. Doğal afet deyip geçecek kadar yedirmeyeceğim bu mevzuyu...Sabahın erken saatlerinden beri izlediğim bu milli felaket tablosunda gördüklerimiz, yaşananların sadece yüzde biri...

“Derenin intikamı ağır olur” buyurmuş sayın başbakanımız...Canım benim, zaten “toplasam o öğütleri buradan köye yol olur”... Bu ne ya...Yok artık...Gayriciddiliğe bak...Canım devletim bana atasözüyle öğüt veriyor. Şimdi ben desem ki tabi zatalinizin Çankaya’ nın tepesindeki köşkünde altı kuru keyfi yerinde, sizin oralara su yağsa , yokuşundan birlik mahallesini basıyor desem "nazar etme ne olur, çalış senin de olur “diyiverecek? Pes doğrusu..

Öbür karaktere dönüyor kameralar..Bizim meşhur muhallebici... daha da yıkıyor ortalığı...”Suç insanlığın” diyerek çıkıveriyor işin içinden. Sen yıllarca “AYAMAMA” deresini islah etme konusunda bir türlü “AYAMAMA”; çarpık yapılanma ve rant için yeşilliği yok et, sonra küresel ısınmadan konuyu başlat, tüm suçu dere kıyısına belediyelerin verdiği imar izniyle ev yapan üç beş garibana, fabrikasına gitmek için servise binen birkaç emekçi kadını ya da bodrum katındaki evinden felçli olduğu için çıkamayan yaşlıyı suçlu ilan et...Bravo yani...

Yüzsüzler...ölmeleri bile yetmiyor değil mi...yine suçlular, hep suçlular...
Bu mudur sizin belediyeciliğiniz...Hadi belediyeciliği de geçtim bu mudur sizin insanlığınız.?Zamanında 3 trilyon verip lalelerden oralara da dikseydiniz bari, biraz keserdi suyu...amaaaan onlara biraz kömür biraz da pirinç yeter de artar bile, öyle değil mi sayın başkan?

Gelelim üçlünün Peter Sellers versiyonu valimize...Sizi işçi bayramında hastaneye su sıktığınız panzerlerle hatırlıyorum...Çıkıyor ekrana “kurtarılacak kimse kalmadı, son kişiyi de kurtardık”..Allah allah..Bak sen..Sabah altıda sel basmış...Adamlar zaten çatıya çıkıp kendi kendilerini kurtarmışlar, sen saat dörtte gelip onları helikopterle almışsın...büyük hizmet vallaha tebrik ederim şahsen..Yerin dibine girmek için size sel falan da nafile!

"Allahın yağmurundan da mı biz sorumluyuz" diğen bir diğer partili arkadaşa, 1994’ te yağan yağmura “bu tayyip bereketi” diye selamlayanlara, bir selam da benden olsun.

Acılar üzerinden siyasi rant elde edilmeye çalışılıyormuş...Yok yaa..!!!
Ben artık ölenlere başsağlığı, kalanlara allahtan sabır dileyen bir anlayışı izlemek istemiyorum. “Dünyanın hiçbir yerinde “ diye başlayan vizyonu Edirne’ den öteye gitmemiş bir sürü zatın açıklamalarını dinlemek istemiyorum. YEMİYORUM...gerçekten YEMİYORUM...

Doğal afetler ve felaketler, herşeyde olduğu gibi yoksulu vuruyor..
Ve insanoğlu aslında bir gün kimin oralarda olacağını da bilemiyor. Hayat bu...Belli mi?
Onlar cumhurbaşkanı resepsiyonuna katılamıyorlar, başbakanın yemeğinde de yoklar. Bellerine ceket bağlayıp ilk afette yıkılacak evleri için göbek te atamıyorlar, osiyad, busiyad ve şusiyad masalarında kendi firmaları için kdv indirimleri ya da birtakım imtiyazlar isteyemiyorlar.
Yapabildikleri tek şey yerel belediye başkanlıklarının bekleme salonlarındaki soluk tekdüze kahverengi koltuklarında akşama kadar dertlerini anlatabilmek için beklemek, ve akşama derdini anlatamadan geri dönmek.

Ama enteresan bir anektod! Basından pek çok arkadaşım, her gün geçtikleri yoldan bu sabah bir saat daha erken geçselerdi, bugün daha da farklı bir tablo çıkıyordu ortaya...
Daha mı önemli olacaktı o zaman bu mevzu sizin için Ey Aymazoğlu! ( insanoğlu yerine bulduğum yeni tabirimdir kendileri)
Yukarıdaki resmin sizi gerçekten etkilemesi için ailenizden biri ya da akraba veya tanıdık mı olması gerekiyor?
Offf. Bu akşam, sel mel pek keyifsiz ortam. Hadi biraz kafa dağıtalım değil mi..
Devam edin eller havaya; Hayaaaaatt, beni neden yorruyosssuuunn?
Not: Selden sonra mal toplamaya çalışan "yağmacılar"! Bu ayıp sizin değil...gerçekten değil...

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Benim param noolcek?



Her şey sıcak bir yaz günü, İstanbul’da restoran sahibi yakın bir dostumun son derece iyi niyetli bir ricasıyla başladı.


“Kiraz vakti” falan denir ya, Bodrum’da da satsuma zamanıydı işte.


Hani o sosyetik barlarda seksenli yıllarda votka portakal ile yola çıkılmış, zaman içinde erik, şeftali, melon, noisette’lere varmış, artık ucunu bucağını kestiremediğimiz o çılgın kokteyllerin olmazsa olmazı, meşhur yeşil Bodrum limonu (İstanbul’da “lime” adı tercih ediliyor, Bodrumlular Bodrum mandalini diyor..biliyorum, heyecana gerek yok) …


Her ne kadar kimliğimizde İstanbul yazsa da malum ek kontenjandan Bodrumluyuz ya artık, dostumun meyhanesinde likör yapılmak üzere 100 kilo satsuma gerektiği telefonu, ne mutlu ki bana açılmış.


Bir görev kadını olarak iş tanımını çok çabuk yapıverdim. Ufak bir araştırma yapılacak, uygun fiyatla satsuma bulunacak, ödemesi dostum tarafından havale ile üreticiye yapılacak, mal karşı ödemeli kargoya verilecek, oradan alınacak ve likör kısmı yani gerisine asla karışılmayacak!!!


Ne kadar kolay gözüküyor değil mi?İşte maalesef ben de sizinle aynı yanılgıdaydım…


Uzun bir araştırmadan sonra Gümüşlük’te, buranın en güvenilir, dürüst ve malı düzgün olduğu söylenen (aslında cv’sini istemeliydim ya, neye yarardı bilmem, hala kendimi suçlama psikolojisinden kurtulamadığımın da aleni beyanıdır bu ayrıca…) üreticiye ilk telefonumu açtım.


Referanslarımı saydıktan ve ufak bir pazarlıktan sonra bir fiyatta uzlaştık.


- Dayıcım, şimdi fiyat tamam, sen bana hesap numaranı ver. Arkadaşım hesabına bakiyeyi geçsin.

Sen paranı aldıktan sonra malı karşı ödemeli olarak kargoya verebilir misin?

- Veririm.. Peki benim param noolcek?

- Dayıcım çok basit, arkadaşım parayı senin hesabına geçsin, sen sonra malı kargoya ver. Sen şimdi ver bakalım hesap numaranı

- Halk Bankası…..no’lu hesap……şu isme….

- Tamam dayıcım şimdi arkadaşım netten hesabına 100 kilo parası geçecek, onu al sonra malı yolla, tamam mı?

-……………………

- Dayı orda mısın?

-…………………….

- Dayııııı?

- İyi de benim param noolcek?


Hey büyük allahım, Bodrum’un yerlisi, olmuş Yeni Türk Lirası delisi! Üstüne üstlük bu en iyisi…


Hayır başka biri olsa girmem bu işlere, dostum da ödeme ve para konularında oldukça hassas, hatta İstanbul’da personel maaşlarını bir gün geciktirmemesiyle, sürekli peşin parayla yaptığı alışverişlerle ve vadeli çalışmamasıyla nam salmış belki de İstanbul’da bunu yapan tek adam.


Öbür telefonum çaldı, dostum benden dayının hesap bilgilerini aldı ve netten parayı aktardı.


“Ödeme tamamdır” dedi ve dükkanın adresini verdi.


- Dayıcım sen yaz şimdi adres şu…telefonları da bu….Paran da bankaya yattı bile….

- Tamam da…….yazdım da……benim param noolcek?

- …………………( Bu sefer uzun sessizlik benden..)

- Bak dayı sen şimdi işi gücü bırak hemen bankaya git, paranı eline al, gerçekten sen paranı bir eline al....! Ondan sonra malı kargoya ver yoksa ben dayı katili olacağım!!!


Her nasılsa bir şekilde telefonu kapatmayı başarabildik. Telefon konuşması yapmadım; sanki üç gün üç gece tır kullandım, üstüne iki gün inşaatta çalıştım bir de üstüne pazar yerinden eve yirmi kasa karpuz taşıdım…içim geçti…uykuya daldım….


Rüyamda bir saraydayım…Prensesim….Yatağımda kırk kat yorgan döşek var…Sırtıma inceden bir sızı saplanıveriyor. Odamın kapısındaki görevliye sesleniyorum…Koşup geliyor….Aaa bir yerden tanıyorum ya nerden….Buldum…Peter Sellers…Açıyor tek tek, kırk katı…En altta yeşil bir şey…..Masalı biliyoruz ama…Bezelye değil bu….Bir bakıyorum Satsuma….


Kan ter içinde telefon sesiyle uyandım…Çok şükür rüyaymış…Telefondaki ses dostumun…


- Canıım nasılsın?

- İyiyim Behzat, ya sen?

- Hayatım sen bu adamı nerden buldun?

- Çok araştırdım şekerim, iyi yerler onunla çalışıyor, hayrola? Mal çürük falan mı geldi ( Malın hemen gelmesine imkan yok ya, uyku sersemi benim ki de soru işte!)

- Mal filan zaten gelmedi de, senin bu dayı bugün öğleden sonra bizim dükkanı aramış, ben zaten yoktum çocuklara da bilgiyi akşam verecektim. “Ben Bodrum’dan arıyorum.. Söyler misiniz benim param noolcek” diye bizim elemana bağırmaya başlamış ve ortalığı birbirine katmış….Bizim çocuklar hala şokta….?

-…………………………

- Canım….Orada mısın?

- …………………..

- Tamam da, benim asabım noolcek?( ben )


Gel zaman, git zaman, ben bu hikayeyi kaç kişiye anlattım gerçekten hatırlamıyorum.

Ama bir gün Sünger Pizza’da yemek yerken yan masadaki kalabalık grupta benim param noolcek sesleri ve gülüşmeleri ise bana, bu hikayenin kulaktan kulağa bir Bodrum Efsanesi olma yolunda ilerlediği kanaatini getirdi.


Not:Biz bırakalım bu idealist işleri.Facebook’tan sonra yılın en popüler ikici sitesi.

www.benimparamnoolcek.com …

Gerçek Türkiye’min, gerçek sitesi…

Dertli alacaklıların, sorunlarını paylaştıkları sıcak bir sanal forum…


27 Ağustos 2009 Perşembe

KÜÇÜK İSTAVRİTİN ÖYKÜSÜ




Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp hızla atıldı çapariye,

önce müthiş bir acı duydu dudağında,

gümbür gümbür oldu yüreği sonra,

hızla çekildi yukarıya...



Aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü,

neye benzerdi acep gökyüzü.

Bir yanda büyük bir merak,

bir yanda ölüm korkusu....



"Dudağı yarıklar " denir,

şanslıdır onlar,

hani görüp de gökyüzünü ,

insanın oltasından son anda kurtulanlar...



Ne çare balıkçının parmakları

hoyratça kavradı onu

küçük istavrit anladı

yolun sonu....



Koca denizlere sığmazdı yüreği,

Oysa, şimdi yüzerken

küçücük yeşil leğende,

ansız uzanıvermiş dostlarına

değiyordu minik yüzgeci...



İnsanlar gelip geçtiler önünden

bir kedi yalanarak baktı gözünün içine

yavaşça karardı dünya,

başı da dönüyordu...



Son bir kez düşündü

derin maviyi,

beyaz mercanı ,

bir de yeşil yosunu....



İşte tam o anda eğilip aldım onu,

Yürüdüm deniz kenarına

bir öpücük kondurdum başına,

iki damla gözyaşından ibaret sadebir törenle,

saldım denizin sularına...



Bir an öylece baka-kaldı,

Sonra sevinçle dibe daldı,

Gitti tüm kederimi söküp atarak,

teşekkürü de ihmal etmemişti.

Bir kaç değerli pulunu elime, avuçlarıma bırakarak...



Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.

Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?



" Bir gün dedim, bulursam kendimi

yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz,

Son ana kadar hep bir umudum olsun diye... "

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Sıkıldıysa Kendi Bilir:)


Bundan taaaam 30 yıl önce miniminnacık bir bebek, İstanbul’ un bir köşesinde kocaman güzel gözlerini dünyaya açmış. Kıkır kıkır gülüyormuş muhtemelen, neye güldüğünü bilmeden. Yüksek volume ile patlatıyomuş bir kahkaha, belki kulakları çınlıyormuş aile büyüklerinin.
Tam o zamanlar bendeniz Marmara Adası ’ndaki Kerem Motel’de 1 yaşında yüzmeyi çoktan öğrenmiş, su balesine geçmiş kıvamdaymışım.
Bu güzel bebekten maalesef haberim yokmuş...

Zaman gelmiş geçmiş, bu güzel kız serpilmiş, büyümüş...
Sıkı, kırmızı bir Carmen kızı olmuş, sahnenin üstünde, rastıklar gözünde, aryalar söylüyormuş.

İlk bakışmalar, ilk aşklar, heyecanlar, çaresizlikler, yenilgiler, kutlamalar, savaşımlar,korkular, mutluluklar, başarılar kimi zaman başarısızlıklar, kahkahalar, ağlaşmalar....
Yaşama dair herşey varmış onda....

Ben hiçbirinde maalesef yokmuşum...

Zaman geçmiş, kader ağlarını yavaşça örmüş ve yolu Bodrum’a düşmüş....

Sonra ben gelmişim...

“Yolu delilikten geçen herkesle, bir gün bir yerde buluşuruz”muş bu şirin kasabanın sloganı...

Bir gün, bir yerde karşıma çıkmış...
Zaman içinde, fırtınalı ilk kışımın güneşi olmuş...

Belli bir yaştan sonra "ayıdan post, insandan dost olmaz" özdeyişine bir güzel giydiren,
dostlukta yılların değil, geçilen yolların(!) önemini bana öğreten canım dostum...
İyi ki doğdun...

Seni geç bulmuş olmanın verdiği telaşla, bir kusur ettiysem affola...

Turkuaz bahçe kapısından ani hızla bir kamera girer, ve bize döner...
Sen her zamanki koltuğunda kara gözlüklerin, altında muzip gözlerin, sağında kedilerim, solunda köpeğin, dilinde okkalı bir küfür...
Canım benim baaaakkkk; diye söze başlar;
Sabaha kadar güleriz...
Başka ne yapıcaz ki...
Bu da o kameraya kapak olur...
Sıkıldıysa kendi bilir....:)))

21 Ağustos 2009 Cuma

Annem; ben seni çiçekten, böcükten, canımdan çok severim...

Bizim ailemizde, belirli gün ve haftaların çok büyük bir önemi vardır.


Sanmayın ki sadece doğumgünleri...


Yılbaşı, bayram, seyran, anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, nişan günü, karı koca olmanın yıldönümü, kocanın karısıyla ilk gözünün gözüne değdiği günü tekrar anma günü, ( ortada evlilik adına bişey olmasa bile bunun bir önemi yok!l), vefat edenlerin doğum günü, vefat edenlerin ölüm günü, çocuk varsa sadece doğumgünü bizi kesmez, biliyorsak eğer çocuğun ana rahmine düşme günü hatta inanamayacaksınız öğretmenler günü bile...Ailede öğretmen olunca, o gün de bizim ajandada kalın çizgilerle yer alıyor. Mesela ailemizde polis olsaydı biz kesin polis bayramını, ya da denizci olsaydı kabotaj bayramını, işçi olsa 1 Mayıs bahar bayramını elele kutluyor olurduk.

Kimsenin derdini, tasasını sormasan da olur. Belirli gün ve haftaları unutma yeter.
Birkaç gün önceden başlar bizim terörizasyon...
Aman şu gün, işte bu gün...sakın aramayı unutma...Hii saat kaç oldu hala aramadın mı..gibilerinden

Birileri hatırlattıktan sonra ne anlamı vardır tüm bunların hiç aklım ermez ya neyse...

Bir de kendi içimizde kağıda dökülmemiş kurallarımız vardır ...Aile kadınları erken kalkar ya( ben hariç) kutlamalar öğlen onikiye kadar yapılmalıdır. Aramak için öğleni geçtiysen vay haline...Devam etmez sanki o gün, öğlen biter...”Bizimki geç kalkar” muhabbeti şanslıysan vardır, hasbel kader, geç ortama girersen, kınayan pek çok göz seni karşılar...süzer de süzer... Ortama giremezsen, sana bir kaç gün içinde bu işlediğin büyük günah acı mı acı bir şeklide hatırlatılır.
Dile getirilmese de alırsın kırık notunu, oturursun aşağı...
Bütün yıl ne yaparsan yap, bir günde hafif bir depar atarak otururlar senden öncelikli bir yerlere...
İşte böyle hassas, düşünceli zamanında kalabalık olan ailemin son yıllarda neden bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kaldığı da aslında başka bir yazı konusudur da...
One minute...daha da ona girmem!

Böyle bir simulasyon içinde, benim sevdiğimle olan günümün, neden hiç ajandaya giremediğini, bir süredir öğretmenlik yapmama rağmen, öğrencilerim haricinde neden kutlanmadığımı, doğum günlerimin genelinde neden ailemden kimsenin yanımda olmadığı, en önemli, hayati günlerimde neden ıska geçildiğim gibi kimileri için hayli sorunsal olan durumları hiç ama hiç dert etmedim.
Canım devletim ve akabinde canım ailem onamadan; belgesiz, diplomasız olmuyordu galiba bu tip şeyler.

Çok sahici bir kadın vardır. Kanımdan...Kimilerine göre belki tartışmalı uzaklıktadır...Görüşemesek te bence bana yakındır...Özgüveni tam, kendiyle öyle barışık bir kadındır ki...Doğum gününü unutmuşumdur...Evet ben unutmuşumdur...X ellisine böyle girdi diye bir fotoğraf gönderirir. Unuttuğum için değil, beni mahçup etmek için de değil...Kafasında eğlenceli birşeyler, ayaklar çimende ...Sadece orada olmadığım o anı paylaşmak için...Dünyanın en eğlenceli ve en gerçek fotoğraflarından biridir...İçim ısınır ona bakınca...Mahçubiyet duymadan..
X..elli...:) diye atar imzasını sonuna...İtalyan isimler gibi isim yapmıştır kendine....Kocaman bir gülümseme yerleşir yüzüme...

Ajandamda işaretli bir tarih değil, içimde kocaman bir gülümsemedir benim için artık o...

Rahmetli babam; doğum günü hariç, bu tip günleri hiç te sahici bulmazdı. Bayılıyoruz derdi kandırmaya...Ona uzun uzun anlatırdım. Önemli olanın sana inandırcı gelmese de, karşıdakinin bu konudaki hassasiyetleri...
Son nefeslerini alıp verirken yanında ve tek başınaydım....
Öldü...
Öldükten sonra girebildi o da, belirli gün ve haftalara...
Ailemizin ajandasına...

Ve...
Hergünün...
Aslında annenle dopdoludur..
Sebebindir o senin...
Hayatının bir kaç anlamından biridir...Hatta en büyüğüdür...Seni gerçek anlamda büyüttüyse, onu büyüttüysen, yani bir başka anlatımla beraber büyüdüyseniz;
Onu en iyi sen tanıyor ve sen anlıyorsan...
Başkalarına gerçekten onu bir tek sen doğru anlatabiliyorsan...katıksız...çıkarsız...
Duruşu, öğrettikleri; bedeninin ve ruhunun bir çok yerine bir çocukluk izi gibi kazındıysa...
Kimliğinle, onun başını hiç ama hiç öne eğdirtmediysen...
Her gün onu hiç kırmamaya özen gösterdiysen...
Onun sesinin ve nefesinin tonlarına göre, bazen aldığınız kararlar ve yaşamınızın seyri değişebiliyorsa...
Paylaştıklarınız; aranızdaki dağları, ovaları, yolları hatta sınırları bile tanımıyorsa...
Gerçek kızgınlıklarını, kırgınlıklarını, hayallerini, arzularını biliyorsan...
Önemli ya da önemsiz, mezara kadar sırlarınız varsa...
Sadece o mutlu olsun diye unutmuş gibi yapabiliyor ve affedebiliyorsan...
Gerçekten iyi ve doğru bir insansan...
Sana verdiklerinin bir bölümünü bile ona geri verememek, yaşın ilerledikçe zayıflayan omuzlarını daha da ağırlaştırıyorsa...
Yaşadığın herşeyi sürekli tek başına yaşamaktan yorulduysan...
Kimi zaman onsuzluk içini üşütüyorsa...
Onu kaybetmekten ölesiye korkuyorsan...
Her gecenin sonunda, onun daha da çok yaşaması, hatta hep yaşaması için dua ediyorsan...
Tüm zamanın; dakikaların; günlerin, ayların, tüm yıllların gerçekten böyle geçiyorsa...


Ve bir anneler günü;
Anlık duygu hezeyanlarıyla; uzaktan giden kuru telefonun ona süssüz, şekersiz ve balonsuz geldiyse...
Seni yargılıyorsa...
“Bir şeyler bekledim ama ne bilmiyorum” diyorsa...
“Yazacak iki satır da yok muydu”...diye ekliyorsa...
Hayal kırıklığıyla dopdolu sesi, “Sen çok değiştin” cümlesiyle son bulup, bir bıçak gibi boğazını kesebiliyorsa...
Stop!!! Bu sefer gerçekten one minute!

Anneler günü, anneler haklıdır.
Anneler her zaman haklıdır.
O zaman:


Anneciğim;
Ben seni; çiçekten, böcükten, canımdan çok severim!

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Türkiye' de olan biten herşeye inat; Yaşasın Sanat!


Yer: Marina Yacht Club….


Zaman: Herhangi güzel, hafif esintili bir yaz gecesi…


Sahnede: Siyahlar içinde Ali Poyrazoğlu…


Arkada: Olağanüstü bir pandomim performansı….


Fonda: Bir vals…


Gözün gördüğü yer: Bodrum Kalesi…


Ellerimizde: Black Label ile dolu viski kadehleri…


Yarabbim…Canımı alsa gözüm açık gitmeyeceğim nadir gecelerden biri….Oysa, ne çok korkarım ben ölümden…


Johnnie Walker’ın doğuş öyküsünden, meşe fıçılarından başlıyoruz…
Gözlerimizde siyah uyku bantları… dinleyerek, koklayarak, içerek, hayal ederek devam ediyoruz gece yolculuğumuza…


Karlı bir gecede, Zeki Müren’in beyazın içinde kaybolan klasik arabası, camdan el sallaması ve onun buğulu sesinden “Şimdi Uzaklardasın” ile bitiriyoruz gecemizi…


Ali Poyrazoğlu’nu herkes bilir..Ama onu herhangi bir şekilde sahnede izlemiş mutlu azınlıktansanız, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız…

O küçük adam; tanrının ona bahşetmiş olduğu bütün aurasıyla sahneye çıkar, kocaman olur ve adeta devleşir.
Hayatın içinde yolu onunla bir şekilde benim gibi kesişmiş pek çok insan onu çok sıcakkanlı, fazla konuşkan hatta kimi zaman geveze bile bulabilir.
Ama işte oraya, o ait olduğu yere, yani sahneye çıktığında; tane tane anlatımıyla, hikayelerini, güldüklerini, kızdıklarını ya da yok saydıklarını; genelde bazı önemli oyuncuların, seslendirmecilerin ve az bazı radyocuların sahip olduğu o tok ve etkileyici sesiyle süsleyip sizi başka başka dünyalara götürür…


Ve bunu yaparken siz, hangi ara, ne diyarlara gittiniz, ne zaman döndünüz anlayamazsınız….


Maharet o mu, yoksa ben, göstere göstere sizi bir yerlere götürdüğünü sanan, toplumun bitmek bilmez kredisini arkasına almış rehber kılıklı,“sanatçı”lardan mı bıkmışım? İnanın bilmiyorum…


Bir başka ödül töreninde ise, yeni türk lirasını sahnedeki spot ışığına tutup, sahteyle gerçeğini ayırmak konusunda bir retorik kurarak “ İçinden gerçekten Atatürk geçmeyen şeylere inanmam ben, işte o sahtedir!” diyecek kadar da alışık olmadığımız yürekli bir duruşu vardır ustanın.

Bugün ona yeniden bir selam çakmak istedim...
Türkiye’de olan biten her şeye inat,
Yaşasın Sanat!…

13 Ağustos 2009 Perşembe

Hayallerinizin peşine takılın!



Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarıştan koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır.



Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..



Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.



Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.


Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.


"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..


"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi: "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."


Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. "Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."


Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..

"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi.. "Ben de hayallerimi.."

7 Ağustos 2009 Cuma

Ya o Mualla' yı sandala atıp...



Kim söylemiş beni Süheyla’ya vurulmuşum diye,

Kim görmüş ama kim…,

Elene’yi öptüğümü…


Levent Yüksel’in seslendirdiği, en sevdiğim şarkılardan biridir.

Şarkıda her ne kadar İstanbul’dan Galata’dan tramvaydan filan bahsedilse de ozanın yolu mutlaka bir dönem Bodrum’dan geçmiş olmalı…

Zira Bodrum dedikodu açısından da bir cazibe merkezi olmayı başarmış.


Yok yok..Eda Taşpınar ya da Emre Ergani dedikoduları falan değil.

Buranın bizzat gerçek sahiplerinden bahsediyorum. Buranın "ahali"si yani!

Kadınlar...

Küçük yerde yaşıyor olmanın getirdiği sosyal boşluk, yine genelde kadınların var etmeye çalıştığı simülasyon bir sosyal yaşamı da beraberinde getiriyor. Açılışlar, kapanışlar... Burada her yer sürekli açılıp kapanıyor bu arada...Neden yapıldığı belli olmayan garip partiler, uyduruk konseptler, tuhaf kokteyller... İşte asıl dedikodu kazanının ısınıp kaynamaya başladığı ortamlar, bu organizasyonlar.

"Ooo nerde hareket, orada bereket" mantığıyla, biraz da bedava yeme içmenin, bedava sosyalleşmenin karşı konulamaz histerisine kendinizi kaptırmaya başlarsanız, evinizin gerçek bereketi ve huzurunuz yavaş yavaş kaçmaya başlar benden söylemesi.

Ertesi sabah bir telefon trafiği başlar ki sorma gitsin.

Bir kaç gün sonra bir kamu kuruluşuna bir işi halletmek üzere gittiğinizde, tanımadığınız kadınlardan öyle şeyler duyarsınız ki evlere şenlik.

Erkekler...

Sanıyorsanız ki sadece kadınlar yapıyor dedikoduyu, büyük yanılgı içindesiniz.

Erkekler bin beter bu konuda. Yelken yapmaya başlayan yakın bir dostum yarış sırasında denizin ortasında tamamı erkeklerden oluşan bir ekibin nasıl dedikodu yaptığını anlatmıştı da kulaklarıma inanamamıştım.

Nasıl yani? Dünyanın en güzel denizinin üstünde, dünyanın en güzel sporunu yapıp ruhlarını arındıracaklarına, kahvehane misali dümenin başına oturup cak cak dünyevi dedikodular mı yapıyorlar. Pes doğrusu!

Bir muhabbet konusu gerekli. Karşındakiyle paylaşacak şeylerin azlığı, sizi gündelik hayatın önemsiz ayrıntılarını konuşmaya itiyor. Ama onu kimse tutamaz. O önemsiz ayrıntılardan bile kendine bir dedikodu malzemesi çıkarmayı başarıyor. Malum iş yok güç yok. Ben en yoğunum çalışıyorum diyenlerin bile yaptıkları iş ortada. Burası öyle küçük bir yer ki o gereksiz detay, dallanıp budaklanıp en geç 3 işgünü içerisinde size iadeli taahhütlü geri dönüyor. Bir de Akdeniz havası yavaşlatıyor ve tembelleştiriyor insanları diyorlar ya; maşallah bu konudaki inanılmaz hız, sizi şoke ediyor.

Demek amaç belirlemek en önemli şey! Bu hızla kendilerini ilime irfana verseler, dünyanın büyük güçleri arasına girecek canım memleketim!

İlk günler evde eşimle sıkı bir arama başlattık. Bir dinleme cihazı var mı, kamera konmuş olabilir mi hatta iddianame arama motorlarına bile baktık acaba adımız geçiyor olabilir mi diye? Zaman içinde konuştuklarımız, yaşadıklarımız öyle yalan yanlış, uyduruk vaziyette geri döndü ki olayın yarım yamalak hayal güçleriyle beslendiği, bilgiye belgeye dayanmadığı kesinleşti.

Aslında kimi zaman, bunu bir oyun haline getirmeyi başarabilirseniz pek de eğlenceli olduğunu söylemek mümkün. Atın ortaya bir olta, sazanlar bir bir dayansın kapıya. Yapmadık desek yalan söylemiş olurum. Hep onlar mı eğlenecek, biraz da biz gülelim durumu!

Zamanında, Bodrum'un en büyük ve yaz kış işleyen mekanının sahibiyle çok keyifli sohbetlerimiz olmuştu. O zamanlar henüz buraya yerleşmemiştim ve o yarım, manidar gülümsemesiyle ondan dinlemiştim buranın "ahali" profilini. İçinde biraz abartı barındırdığını düşündüğüm ( ki az bile anlatmış ) bu konuşmanın sonunda; böyle bir mekanın içinde, bu "ahali"nin göbeğinde küçük insanların, küçük eğlence malzemesi olmadan kendini nasıl soyutladığını; ruhunu, kimliğini nasıl korumaya çalıştığını anlatırken onu dikkatle dinledim.

Elbette onun da pazar eklerine tam sayfa olacak bir başarı öyküsü vardı. Küçük bir mekandan, eğlencenin beşiği dev bir dünyaya...filan gibilerinden herkesin seveceği cinsten bir öykü. Ama şimdi düşündükçe onun asıl başarısının varolan duruşunu korumak olduğuna inanıyorum ve bunun için ona daha fazla saygı duyuyorum.

Zeytin ağacımın altında, üretmek adına bu kasabanın ruhumda yarattığı bütün nimetlerinden faydalanmaya çalışan ben, artık telefon sesi duyduğumda gülmeye başlıyorum.

"Nasılsın" sorusunun altında aslında kimsenin nasıl olduğumla ilgilenmediği, "hadi bana bir malzeme ver" tutkusunun yarattığı içsel çığlıkları duyar gibiyim artık.

Şarkımıza dönelim artık..
Haydi Bodrum eller havaya…

Geç bunları,
Anam babam geç bunları,
Bir kalemde,
Bilirim ben yaptığımı…

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Sezen Aksu Bodrum'a gelsin ve hiç dönmesin!


Sezen’in son albümünü dinliyorum…

Müzik dinlemiyorum… sanki dağları aşıp, denize iniyorum…


Günlüğümde geziyorum…


Bir gün onu yazmaya cesaret edeceğim hiç aklıma gelmezdi…


Sezen ile ilk randevum, Suadiye’deki evimizin mutfağındaydı…
Annemi izliyorum.., Kuzguni siyah saçları…Upuzun yüzü..Kikirdekliğinin içine ölesiye gizlediği hüznü ile danseden yaşamla dopdolu ruhu,Biraz etine dolgun, İspanyol kadınlarını andıran haliyle soğan doğrarken…Fonda… “şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” nağmeleriyle yankılanan öylesine bir “an” dı işte…
Annem bir yandan şarkıyı mırıldanıyor, bir yandan aslında içine akması gereken gözyaşları, akşam yemeğimiz olan köftemize, kimyon niyetine akıyordu,Ve iddiaya girerdim ki, boğazımızı o akşam, kimyondan daha çok yakacaktı….

Hep korkmuşumdur ona, o anı sormaktan…Hikaye soğanda mıydı,Sezen’de miydi, Yoksa Sezen’le birlikte; hayata hep dört boy büyük gelmiş evimize, davetsizce misafir olan başka duygularda mıydı? Hiç sormadım… ta ki… Bir gün başka bir şehirde, başka bir mutfakta…aynı parçayı dinlerken…ve soğan doğrarken.. Ve ağlarken….Buldum kendimi…Keramet soğanda mıydı?…
O an anladım….Sihir buradaydı…işte tam burada…Ne zaman önemliydi…Ne de yer…Üzerinden yıllar, yıllar ve yıllar geçmişti…

Şunu aklınızdan hiç çıkarmayın…
Sezen demek,… hissetmek demek…Sezen demek “Yakarım dünyayı uğruna, ama sana eğilmem” demek…Sezen Aksu demek,… kadın demektir…. Sezen demek,…yasak demek… Sezen demek,… tutku demek… Sezen demek,… AŞK demek…Başkaldırı…ayrılık…aykırılık…ama Sezen demek, en çok “farkındalık” demektir…

Hayatınıza, dönem dönem girmiş erkekler;
Ki bunlar dost, flört, sevgili, koca, hoca, yasak aşk, ağabey, hatta baba dahi olabilir, Sezen’i gerçek anlamda hiç sevmeyecekler, sevemeyecekler…Hep seviyormuş gibi yapacaklar…Konserine “lütfen” geldiklerinde, sahneye değil,“Bu kızı yeniden büyütmeliyim” ya da “ Masum değiliz hiçbirimiz” diyen yüzünüze, çaktırmadan bakacaklar…Çünkü en büyük korkuları “farkındalık” onların…
Hatta size “ Neyin farkındasın, söyle bakalım” diye lakap takacaklar…

Daha da olmadı…hep yaptıkları gibi….Kaçacaklar!!!

30 Temmuz 2009 Perşembe

Gitmek mi zor; gideceğini söylemek mi?


İstanbul’dan Bodrum’a yerleşme kararını verdikten sonra, hızla başladığınız hazırlıkların en önemli anlarından biri bu kararı yakın çevrenize açıklamaktır. Yakın çevre derken; dostlarınız, iş arkadaşlarınız, sulugöz anneniz, yeni doğum yapmış ablanız, 90 yaşındaki anneannenizden tutun da, uzak akrabalar, komşularınız, esnaf, iş yaptığınız belediye başkanına kadar buraya sığdıramayacağım çok geniş bir yelpazeden bahsediyorum. Aslında bunun yakını uzağı pek yok… Diliniz döndüğünce bu kararı herkese açıklamak durumundasınızdır. Ancak burada önemli olan sizin bu açıklamayı nasıl yaptığınız değil, insanların size gösterdiği enteresan tepkiler ve cevaplardır.Yeni bir şehre ve hayata atılmanın tedirginliği, şüphesi ama aynı zamanda heyecanı tüm benliğinizi sarmışken, 6.4 şiddetinde gelen yorumları empatik kişiliğimden dolayı gruplandırdım:

“Şekerim ben şehir kadınıyım, yapamam oralarda” cılar...

Bunlar Sex And The City’nin hayatımıza girmesiyle, son on yıl içinde türemiş, New York - İstanbul - Bodrum üçgeninde yaşayan Samantha’nın Türk versiyonlarıdır. Benim gibi hayatında hiç köy görmemiş, şehirde büyümüş, kolejli bir kadına anlamsız bir kinayeyle “dar gelir bana oralar, ben şehir kadınıyım yapamam” edebiyatı yaparak kendilerine has bir imaj yaratmaya çalışırlar. Armani, Gucci ve Cavalli’nin Teşvikiye şubeleri görevini başarıyla yürüten, cep telefonu olmadan iki adım atamayan business kadınları, Bodrum’u Türkbükü’ndeki üç beş tahta iskele ve hesap geçiren sosyetik balıkçılardan ibaret zannederler. Bu grubun Bodrum’a dair en büyük hayali Ergani’nin buralara bir Sushi’ci açmasıdır zira hassas bünyeleri Sushi olmadan bir yaz tatilini daha kaldıramaz..

“Garanti”ciler...

Genelde özel sektörde oturarak çalışan bu gruba “salla başı al maaşı”cılar da denilebilir. Fikir olarak Bodrum’a yerleşmeye sıcak bakan bu uyanık grup, sen git de ulak misali bak bakalım iş güç var mı, bize de bir iş ayarla, iyi bir imkan olursa, şartlar iyi olursa tabi neden olmasın, yap bir şekil de bizi de yanına aldır gibi tuhaf çıkışlarla insanı sanki Koç Grubu seni Bodrum’a transfer etmiş havasına sokar. Kendi işimi gücünü bırakıp, bu gruba holding kurasım gelir bazen.

“Mahçup” lar...

Kimse sormamış olmasına rağmen bu grup üzgün ve hafif dolu gözlerle yanına gelerek Bodrum‘a gelemeyecek olmasının sebeplerini lafı olabildiğince dolandırarak ifade etmeye çalışır. Bu hassas arkadaşlar nedenini anlayamadığım bir biçimde, sanki yıllar önce aynı yola baş koymuşuz da onlar sözünden dönmüş havasıyla, çocukları olduğu, borçları olduğu gerçeği ve aslında sizin ilgi alanınıza girmeyen daha pek çok mazeretle içinizi kıyarlar. Bir günah çıkarma seremonisine dönen bu diyaloğun sonunda saçma bir şekilde kendinizi, onları terkettiğiniz için siz suçlu hissetmeye başlarsınız

“Aha buraya yazıyorum, bir yıl sonra sıkılır dönersiniz”ciler...

Bu grup kumara ve şans oyunlarına düşkünlüğüyle tanınır. Hayatın her alanını bir bahis mevzusuna dönüştürmek için özel bir çaba sarf ederler. Çoğunluğu, hayatta bir dikiş tutturamamış olan bu grup için sizin nereye gittiğinizin önemi yoktur, hedefleri bahislerde galip gelmek ve bir zaman sonra “ben size demiştim” demek ve haklı çıkmış olmaktır. Böylece bu durum, tutturduğu tek dikiş olacaktır, tabi tutturabilirse..Ayrıca dönmeme zorunluluğu mu var, İstanbul’a vize konulacak ta benim mi haberim yok. Canım isterse dönerim, canım isterse seneye Van’a yerleşirim.. kime ne?..gibi sorular gelir aklıma. Gelişimin ikinci yılını kutladığım ve bir kadeh beyaz şarap koyduğum bu Bodrum gecesinde, “bu da keyfimin kahyalarına kapak olsun” diyor ve bu önemsiz grubu hızla geçiyorum.

“Yalnız olmasaydım, neler yapardım bu hayatta”cılar...

Bunlar genelde 55 yaş üstü, eşini kaybetmiş veya boşanmış, kaderin cilvesi sonucu yalnız kalmış ama artık herhangi bir insanla hayatını paylaşmaya tahammülü de kalmamış, gerçekte hayatını paylaşmak için hiçbir çaba sarfetmeyen, ama sorsanız hayallerinde hep partner ideali olan kadınlardır. Eşinizle Bodrum’a yerleştiğiniz için sizi sonuna kadar desteklerler. Ancak kendileri için böyle bir karar almak olanaksızdır. Onların gözünde büyük şehirler single yaşama uygun, böyle küçük kasabalar değildir.Yaşa hürmeten bu grubu fazla uzatmıyorum!

“Orada ne yer ne içersiniz”ciler...


Bu grup çevrede panik ve velveleci hareketleriyle kendini belli eder. Hayatlarında evinin salonundaki koltuğun, yerinin değiştirilmesi düşüncesi bile kendilerine kabus olarak gelmektedir. Asıl olan tek şey “düzen” dir ve değiştirilmemesi gerekir. Bu grup yıllarca aynı restoranlara gider, yaz tatillerinde aynı kamp ve otellere konuşlanır. 20 yıl boyunca evine giren gazete ve temizlikçi değişmez. Başka birinin taşınma haberi bu tiplerin hayatındaki tek harekettir. Alternatif sunmadan kendisi gibi, sizi de panik etmeye uğraşır dururlar, aç kalmaktan, işten güçten dem vururlar, ancak bu beyhude bir çabadır. Zira kendileri gerçekten aç kaldığımız günlerde bizden kilometrelerce uzağa kaçmışlardı…

“Ben gittim, bir numara yok, döndüm”cüler...

Aslında bu grup, bu kararı bizden daha önce aldıkları için saygı duyulması gereken bir gruptur ancak “sen buraları bilmezsin, ben tam dört yıl yaşadım, bana mı anlatıyorsun, yokuş başından gözyaşlarıyla geri dönersin gibi negatif açıklamalarıyla kendilerini çürütürler. Onlara göre buraya gelen her insanın beklentileri, kapasiteleri, şansları, meslekleri ve hatta kaderleri tıpatıp aynıdır. Yüzüne bakıp “gül, gül daha toysun, ama en son ben güleceğim, son gülen iyi güler” bakışlarını üzerinize diken bu gruba ben yazık grup diyor, kendilerinin ivedilikle Hindistan’daki Osho Kampı’na gönderilmelerini talep ediyorum.

“Beleşçiler”

Bunlar görüntüde bu yer değişikliğine en çok sevinen, hoplaya zıplaya bu deklarasyonu karşılayanlardır. “Abi süper oldu bu iş” cümlesi dışında bir geri dönüşüm alamadığınız bu grup, gittiğiniz ilk hafta sonu “Bodrum’a geliyorum sizde kalabilir miyim” telefonuyla yavaş yavaş rengini belli etmeye başlamıştır. Artık onlarında Bodrum’da bir kapısı vardır ve bu kapı otel ve pansiyonlardan kat kat hesaplıdır. Nevresim ütülemekten içime ikrah geldiği bu günlerde, bu grubun hiç de azımsanamayacak bir sayıda olduğunu eklemek isterim.(bkz.Nazlı’s Residence)

“Biz yapamadık, helal olsun siz yaptınız”cılar...

Ki kendileri, en dürüst, içten bulduğum, ara gazı bol gruptur. İçten içe buraya gelmek için yanıp tutuşup, sonra farklı şekillerde martaval okumazlar. Yeni kararlar almış, yeni enerjiyle dopdolu insanların tutkularını, mutluluklarını, kaygılarını, ümitlerini, her şeyi dikkate alarak, kıskançlık duygusundan arınıp özenli seçilmiş kelimelerle konuşur ve size koşulsuz destek verir. Size her şeyin daha güzel olacağını siz unuttukça hatırlatır, siz düştükçe sizi kaldırmak, omuz vermek için oradadır. Çıkar gözetmeksizin alabildiğine gerçek insanlardır. Ve nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın, bu grubun sayısı her zaman bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Bodrum'a ilk merhaba




Çocuktum..

Seksenli yılların başıydı...

Annemin çocuk ellerimden tutup gezdirdiği Barlar Sokağı'nda Kortan Restaurant'ın önünde; günbatımında, kocaman vatkalı fuşya ceketi, büyük gözlükleri ve şen kahkahasıyla kalabalık bir sofrada rakı içen Zeki Müren, buraya dair aklımdaki ilk ve hiç çıkmayacak olan imgedir.

Bir de o küçük aklımla o zaman muhakemesini tam olarak yapamadığım mutlu, rahat, sorgusuz, görgülü, özgür, alabildiğine mavi ve deniz kokan insan yüzleriydi galiba..

Biraz da kalenin önündeki sevimli develerin de çocuksu bir etkisi olmuştur üzerimde heralde...

Yaz sonu döndüğümde, ilk işim kitapçıya gidip, Cevat Şakir'in (nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı) tüm kitaplarını almak olmuştu. Nefes almadan okumuştum kışın Mavi Sürgün'ü...

Bodrum'la aşkımız böyle başladı...

Yıllarım İstanbul-Ankara arası mekik dokuyarak geçmiş olmasına rağmen, kendimi hep Ege kadınlarına daha yakın hissetmişimdir ben.

Belki şehirlerarası otobüslerde yaptığım yolculuklarda sürekli "Başka türlü birşey benim istediğim..." dinlemem de bundandır.

Büyürken, birisi olmaya çalıştığım günlerde mutlaka bu kasabanın üzerimde bıraktığı derin izler vardır...

Sokaklardaki tüm kedi ve köpeklerin annesi olmam, gösterişten hoşlanmamam, Girit mutfağına düşkünlüğüm, denizsiz mavisiz yapamamam, beyaza olan zaafım, Yunan ezgileriyle kendimden geçmem, tekne sevdam ve daha pek çok şey sanırım bundandır...

Yıllar, yaz tatillerinde Bodrum'un pek çok değişimine şahit olarak geçti...

Bir gün İstanbul'un gökdelenleri arasında soluksuz koşarak var olma çabası verirken, onca griliğin içinde görmeye pek de alışık olmadığım renkli bir hayal adama aşık oldum...

Hayattan ve sorumluluklardan kaçtığımız, sabahlara kadar dansedip, sokaklarında sekiz çizdiğimiz Bodrum' daki ilk tatilimizde aşkımızı büyüttük, kocaman yaptık.

Aramızdaki ilişki artık üçlü bir aşka dönüverdi...

Ben, eşim ve Bodrum...

Gün geldi, bu sokaklar bizi çağırmaya başladı... Biz de bu sesi duymamazlıktan gelemedik diyelim...

Bundan tam bir yıl önce tüm işimizi, hayatımızı, ailemizi, dostlarımızı, alışkanlıklarımızı bırakıp buraya yerleştik...

Bir mola aldık hızlı hayatımızdan... Dinlendik... Ürettik...
Şehir değiştirmenin tedirginliğini üzerimizden atmaya çalıştığımız, yalnızlığımızla yüzleştiğimiz günler çabuk geçti...

Pazara gittik, pazarlık yaptık...
Zeyno's da sucuk ekmek yedik...
Hey Yavrum Hey'de Hilmi Ağabey’le "vites" dedik...
Mahmut Kaptan'ın Yeri'nde öte dünyaya giden süngercilere bir ağıt patlattık...
Deniz Feneri'nde Cengiz, Dilber ve balıkçılarımızla sirtaki yaptık...
X-Machine teknesiyle denize açıldık...
Ege Kültür ile komşuculuk yaptık, kahkahalar attık...
Ümran Hanım'a doğum yaptırttık... Gönenç'le tanıştık...
Taygun Ağabey’e hayallerimizi anlattık...
Mavi Bar'da latin nağmelerle sabahladık...
Kocaman bir ailemiz oldu artık...

Giyimin, kuşamın, evin, arabanın, paranın, statülerin, kariyerlerin ve hatta yaptığın seçimlerin öneminin olmadığı, beşeri ilişkiler için gereken tek kriterin "insan olmak" olduğu bu önyargısız kasabada; bu yaşımıza kadar inandıklarımızı bize tekrar doğrulatan tüm gerçek dostlara buradan selam olsun...

Biz Bodrum'u sizinle daha çok sevdik...

Hayallerimizin peşinden gittik...
Bir fotoğraf evi açtık...
Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi koyduk adını...
Nefesimizi, tecrübemizi, birikim ve düşlerimizi Bodrum'la ve yeni dostlarla paylaşmak için...

Bir zaman sonra anlıyorsunuz ki büyük şehirlerden gelen yaşamın kırılgan çocuklarına cömertçe ev sahipliği yapan Bodrum, yapamayanların değil; sistemin içinde yapabilitesi olduğu halde, yapmayanların, yapmayı tercih etmeyenlerin, reddedenlerin ama üretenlerin kasabası...

"Nereye gidersen git kendinden kaçamazsın" edebiyatına inat, kendimi bu bereketli topraklara, bu masmavi sulara, bu gülümseyen insanlara bırakıp önemli olanın kendinden kaçmak değil, bilakis gerçek kendinle yüzleşmek olduğunun farkındalığıyla bir yıldır "ben"i izliyorum.

Ve bu kadını izlemek bende; sakin, sade ama senaryosu çok güçlü bir Fransız filmi lezzeti bırakıyor artık.