31 Ağustos 2009 Pazartesi

Benim param noolcek?



Her şey sıcak bir yaz günü, İstanbul’da restoran sahibi yakın bir dostumun son derece iyi niyetli bir ricasıyla başladı.


“Kiraz vakti” falan denir ya, Bodrum’da da satsuma zamanıydı işte.


Hani o sosyetik barlarda seksenli yıllarda votka portakal ile yola çıkılmış, zaman içinde erik, şeftali, melon, noisette’lere varmış, artık ucunu bucağını kestiremediğimiz o çılgın kokteyllerin olmazsa olmazı, meşhur yeşil Bodrum limonu (İstanbul’da “lime” adı tercih ediliyor, Bodrumlular Bodrum mandalini diyor..biliyorum, heyecana gerek yok) …


Her ne kadar kimliğimizde İstanbul yazsa da malum ek kontenjandan Bodrumluyuz ya artık, dostumun meyhanesinde likör yapılmak üzere 100 kilo satsuma gerektiği telefonu, ne mutlu ki bana açılmış.


Bir görev kadını olarak iş tanımını çok çabuk yapıverdim. Ufak bir araştırma yapılacak, uygun fiyatla satsuma bulunacak, ödemesi dostum tarafından havale ile üreticiye yapılacak, mal karşı ödemeli kargoya verilecek, oradan alınacak ve likör kısmı yani gerisine asla karışılmayacak!!!


Ne kadar kolay gözüküyor değil mi?İşte maalesef ben de sizinle aynı yanılgıdaydım…


Uzun bir araştırmadan sonra Gümüşlük’te, buranın en güvenilir, dürüst ve malı düzgün olduğu söylenen (aslında cv’sini istemeliydim ya, neye yarardı bilmem, hala kendimi suçlama psikolojisinden kurtulamadığımın da aleni beyanıdır bu ayrıca…) üreticiye ilk telefonumu açtım.


Referanslarımı saydıktan ve ufak bir pazarlıktan sonra bir fiyatta uzlaştık.


- Dayıcım, şimdi fiyat tamam, sen bana hesap numaranı ver. Arkadaşım hesabına bakiyeyi geçsin.

Sen paranı aldıktan sonra malı karşı ödemeli olarak kargoya verebilir misin?

- Veririm.. Peki benim param noolcek?

- Dayıcım çok basit, arkadaşım parayı senin hesabına geçsin, sen sonra malı kargoya ver. Sen şimdi ver bakalım hesap numaranı

- Halk Bankası…..no’lu hesap……şu isme….

- Tamam dayıcım şimdi arkadaşım netten hesabına 100 kilo parası geçecek, onu al sonra malı yolla, tamam mı?

-……………………

- Dayı orda mısın?

-…………………….

- Dayııııı?

- İyi de benim param noolcek?


Hey büyük allahım, Bodrum’un yerlisi, olmuş Yeni Türk Lirası delisi! Üstüne üstlük bu en iyisi…


Hayır başka biri olsa girmem bu işlere, dostum da ödeme ve para konularında oldukça hassas, hatta İstanbul’da personel maaşlarını bir gün geciktirmemesiyle, sürekli peşin parayla yaptığı alışverişlerle ve vadeli çalışmamasıyla nam salmış belki de İstanbul’da bunu yapan tek adam.


Öbür telefonum çaldı, dostum benden dayının hesap bilgilerini aldı ve netten parayı aktardı.


“Ödeme tamamdır” dedi ve dükkanın adresini verdi.


- Dayıcım sen yaz şimdi adres şu…telefonları da bu….Paran da bankaya yattı bile….

- Tamam da…….yazdım da……benim param noolcek?

- …………………( Bu sefer uzun sessizlik benden..)

- Bak dayı sen şimdi işi gücü bırak hemen bankaya git, paranı eline al, gerçekten sen paranı bir eline al....! Ondan sonra malı kargoya ver yoksa ben dayı katili olacağım!!!


Her nasılsa bir şekilde telefonu kapatmayı başarabildik. Telefon konuşması yapmadım; sanki üç gün üç gece tır kullandım, üstüne iki gün inşaatta çalıştım bir de üstüne pazar yerinden eve yirmi kasa karpuz taşıdım…içim geçti…uykuya daldım….


Rüyamda bir saraydayım…Prensesim….Yatağımda kırk kat yorgan döşek var…Sırtıma inceden bir sızı saplanıveriyor. Odamın kapısındaki görevliye sesleniyorum…Koşup geliyor….Aaa bir yerden tanıyorum ya nerden….Buldum…Peter Sellers…Açıyor tek tek, kırk katı…En altta yeşil bir şey…..Masalı biliyoruz ama…Bezelye değil bu….Bir bakıyorum Satsuma….


Kan ter içinde telefon sesiyle uyandım…Çok şükür rüyaymış…Telefondaki ses dostumun…


- Canıım nasılsın?

- İyiyim Behzat, ya sen?

- Hayatım sen bu adamı nerden buldun?

- Çok araştırdım şekerim, iyi yerler onunla çalışıyor, hayrola? Mal çürük falan mı geldi ( Malın hemen gelmesine imkan yok ya, uyku sersemi benim ki de soru işte!)

- Mal filan zaten gelmedi de, senin bu dayı bugün öğleden sonra bizim dükkanı aramış, ben zaten yoktum çocuklara da bilgiyi akşam verecektim. “Ben Bodrum’dan arıyorum.. Söyler misiniz benim param noolcek” diye bizim elemana bağırmaya başlamış ve ortalığı birbirine katmış….Bizim çocuklar hala şokta….?

-…………………………

- Canım….Orada mısın?

- …………………..

- Tamam da, benim asabım noolcek?( ben )


Gel zaman, git zaman, ben bu hikayeyi kaç kişiye anlattım gerçekten hatırlamıyorum.

Ama bir gün Sünger Pizza’da yemek yerken yan masadaki kalabalık grupta benim param noolcek sesleri ve gülüşmeleri ise bana, bu hikayenin kulaktan kulağa bir Bodrum Efsanesi olma yolunda ilerlediği kanaatini getirdi.


Not:Biz bırakalım bu idealist işleri.Facebook’tan sonra yılın en popüler ikici sitesi.

www.benimparamnoolcek.com …

Gerçek Türkiye’min, gerçek sitesi…

Dertli alacaklıların, sorunlarını paylaştıkları sıcak bir sanal forum…


27 Ağustos 2009 Perşembe

KÜÇÜK İSTAVRİTİN ÖYKÜSÜ




Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp hızla atıldı çapariye,

önce müthiş bir acı duydu dudağında,

gümbür gümbür oldu yüreği sonra,

hızla çekildi yukarıya...



Aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü,

neye benzerdi acep gökyüzü.

Bir yanda büyük bir merak,

bir yanda ölüm korkusu....



"Dudağı yarıklar " denir,

şanslıdır onlar,

hani görüp de gökyüzünü ,

insanın oltasından son anda kurtulanlar...



Ne çare balıkçının parmakları

hoyratça kavradı onu

küçük istavrit anladı

yolun sonu....



Koca denizlere sığmazdı yüreği,

Oysa, şimdi yüzerken

küçücük yeşil leğende,

ansız uzanıvermiş dostlarına

değiyordu minik yüzgeci...



İnsanlar gelip geçtiler önünden

bir kedi yalanarak baktı gözünün içine

yavaşça karardı dünya,

başı da dönüyordu...



Son bir kez düşündü

derin maviyi,

beyaz mercanı ,

bir de yeşil yosunu....



İşte tam o anda eğilip aldım onu,

Yürüdüm deniz kenarına

bir öpücük kondurdum başına,

iki damla gözyaşından ibaret sadebir törenle,

saldım denizin sularına...



Bir an öylece baka-kaldı,

Sonra sevinçle dibe daldı,

Gitti tüm kederimi söküp atarak,

teşekkürü de ihmal etmemişti.

Bir kaç değerli pulunu elime, avuçlarıma bırakarak...



Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.

Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?



" Bir gün dedim, bulursam kendimi

yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz,

Son ana kadar hep bir umudum olsun diye... "

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Sıkıldıysa Kendi Bilir:)


Bundan taaaam 30 yıl önce miniminnacık bir bebek, İstanbul’ un bir köşesinde kocaman güzel gözlerini dünyaya açmış. Kıkır kıkır gülüyormuş muhtemelen, neye güldüğünü bilmeden. Yüksek volume ile patlatıyomuş bir kahkaha, belki kulakları çınlıyormuş aile büyüklerinin.
Tam o zamanlar bendeniz Marmara Adası ’ndaki Kerem Motel’de 1 yaşında yüzmeyi çoktan öğrenmiş, su balesine geçmiş kıvamdaymışım.
Bu güzel bebekten maalesef haberim yokmuş...

Zaman gelmiş geçmiş, bu güzel kız serpilmiş, büyümüş...
Sıkı, kırmızı bir Carmen kızı olmuş, sahnenin üstünde, rastıklar gözünde, aryalar söylüyormuş.

İlk bakışmalar, ilk aşklar, heyecanlar, çaresizlikler, yenilgiler, kutlamalar, savaşımlar,korkular, mutluluklar, başarılar kimi zaman başarısızlıklar, kahkahalar, ağlaşmalar....
Yaşama dair herşey varmış onda....

Ben hiçbirinde maalesef yokmuşum...

Zaman geçmiş, kader ağlarını yavaşça örmüş ve yolu Bodrum’a düşmüş....

Sonra ben gelmişim...

“Yolu delilikten geçen herkesle, bir gün bir yerde buluşuruz”muş bu şirin kasabanın sloganı...

Bir gün, bir yerde karşıma çıkmış...
Zaman içinde, fırtınalı ilk kışımın güneşi olmuş...

Belli bir yaştan sonra "ayıdan post, insandan dost olmaz" özdeyişine bir güzel giydiren,
dostlukta yılların değil, geçilen yolların(!) önemini bana öğreten canım dostum...
İyi ki doğdun...

Seni geç bulmuş olmanın verdiği telaşla, bir kusur ettiysem affola...

Turkuaz bahçe kapısından ani hızla bir kamera girer, ve bize döner...
Sen her zamanki koltuğunda kara gözlüklerin, altında muzip gözlerin, sağında kedilerim, solunda köpeğin, dilinde okkalı bir küfür...
Canım benim baaaakkkk; diye söze başlar;
Sabaha kadar güleriz...
Başka ne yapıcaz ki...
Bu da o kameraya kapak olur...
Sıkıldıysa kendi bilir....:)))

21 Ağustos 2009 Cuma

Annem; ben seni çiçekten, böcükten, canımdan çok severim...

Bizim ailemizde, belirli gün ve haftaların çok büyük bir önemi vardır.


Sanmayın ki sadece doğumgünleri...


Yılbaşı, bayram, seyran, anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, nişan günü, karı koca olmanın yıldönümü, kocanın karısıyla ilk gözünün gözüne değdiği günü tekrar anma günü, ( ortada evlilik adına bişey olmasa bile bunun bir önemi yok!l), vefat edenlerin doğum günü, vefat edenlerin ölüm günü, çocuk varsa sadece doğumgünü bizi kesmez, biliyorsak eğer çocuğun ana rahmine düşme günü hatta inanamayacaksınız öğretmenler günü bile...Ailede öğretmen olunca, o gün de bizim ajandada kalın çizgilerle yer alıyor. Mesela ailemizde polis olsaydı biz kesin polis bayramını, ya da denizci olsaydı kabotaj bayramını, işçi olsa 1 Mayıs bahar bayramını elele kutluyor olurduk.

Kimsenin derdini, tasasını sormasan da olur. Belirli gün ve haftaları unutma yeter.
Birkaç gün önceden başlar bizim terörizasyon...
Aman şu gün, işte bu gün...sakın aramayı unutma...Hii saat kaç oldu hala aramadın mı..gibilerinden

Birileri hatırlattıktan sonra ne anlamı vardır tüm bunların hiç aklım ermez ya neyse...

Bir de kendi içimizde kağıda dökülmemiş kurallarımız vardır ...Aile kadınları erken kalkar ya( ben hariç) kutlamalar öğlen onikiye kadar yapılmalıdır. Aramak için öğleni geçtiysen vay haline...Devam etmez sanki o gün, öğlen biter...”Bizimki geç kalkar” muhabbeti şanslıysan vardır, hasbel kader, geç ortama girersen, kınayan pek çok göz seni karşılar...süzer de süzer... Ortama giremezsen, sana bir kaç gün içinde bu işlediğin büyük günah acı mı acı bir şeklide hatırlatılır.
Dile getirilmese de alırsın kırık notunu, oturursun aşağı...
Bütün yıl ne yaparsan yap, bir günde hafif bir depar atarak otururlar senden öncelikli bir yerlere...
İşte böyle hassas, düşünceli zamanında kalabalık olan ailemin son yıllarda neden bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kaldığı da aslında başka bir yazı konusudur da...
One minute...daha da ona girmem!

Böyle bir simulasyon içinde, benim sevdiğimle olan günümün, neden hiç ajandaya giremediğini, bir süredir öğretmenlik yapmama rağmen, öğrencilerim haricinde neden kutlanmadığımı, doğum günlerimin genelinde neden ailemden kimsenin yanımda olmadığı, en önemli, hayati günlerimde neden ıska geçildiğim gibi kimileri için hayli sorunsal olan durumları hiç ama hiç dert etmedim.
Canım devletim ve akabinde canım ailem onamadan; belgesiz, diplomasız olmuyordu galiba bu tip şeyler.

Çok sahici bir kadın vardır. Kanımdan...Kimilerine göre belki tartışmalı uzaklıktadır...Görüşemesek te bence bana yakındır...Özgüveni tam, kendiyle öyle barışık bir kadındır ki...Doğum gününü unutmuşumdur...Evet ben unutmuşumdur...X ellisine böyle girdi diye bir fotoğraf gönderirir. Unuttuğum için değil, beni mahçup etmek için de değil...Kafasında eğlenceli birşeyler, ayaklar çimende ...Sadece orada olmadığım o anı paylaşmak için...Dünyanın en eğlenceli ve en gerçek fotoğraflarından biridir...İçim ısınır ona bakınca...Mahçubiyet duymadan..
X..elli...:) diye atar imzasını sonuna...İtalyan isimler gibi isim yapmıştır kendine....Kocaman bir gülümseme yerleşir yüzüme...

Ajandamda işaretli bir tarih değil, içimde kocaman bir gülümsemedir benim için artık o...

Rahmetli babam; doğum günü hariç, bu tip günleri hiç te sahici bulmazdı. Bayılıyoruz derdi kandırmaya...Ona uzun uzun anlatırdım. Önemli olanın sana inandırcı gelmese de, karşıdakinin bu konudaki hassasiyetleri...
Son nefeslerini alıp verirken yanında ve tek başınaydım....
Öldü...
Öldükten sonra girebildi o da, belirli gün ve haftalara...
Ailemizin ajandasına...

Ve...
Hergünün...
Aslında annenle dopdoludur..
Sebebindir o senin...
Hayatının bir kaç anlamından biridir...Hatta en büyüğüdür...Seni gerçek anlamda büyüttüyse, onu büyüttüysen, yani bir başka anlatımla beraber büyüdüyseniz;
Onu en iyi sen tanıyor ve sen anlıyorsan...
Başkalarına gerçekten onu bir tek sen doğru anlatabiliyorsan...katıksız...çıkarsız...
Duruşu, öğrettikleri; bedeninin ve ruhunun bir çok yerine bir çocukluk izi gibi kazındıysa...
Kimliğinle, onun başını hiç ama hiç öne eğdirtmediysen...
Her gün onu hiç kırmamaya özen gösterdiysen...
Onun sesinin ve nefesinin tonlarına göre, bazen aldığınız kararlar ve yaşamınızın seyri değişebiliyorsa...
Paylaştıklarınız; aranızdaki dağları, ovaları, yolları hatta sınırları bile tanımıyorsa...
Gerçek kızgınlıklarını, kırgınlıklarını, hayallerini, arzularını biliyorsan...
Önemli ya da önemsiz, mezara kadar sırlarınız varsa...
Sadece o mutlu olsun diye unutmuş gibi yapabiliyor ve affedebiliyorsan...
Gerçekten iyi ve doğru bir insansan...
Sana verdiklerinin bir bölümünü bile ona geri verememek, yaşın ilerledikçe zayıflayan omuzlarını daha da ağırlaştırıyorsa...
Yaşadığın herşeyi sürekli tek başına yaşamaktan yorulduysan...
Kimi zaman onsuzluk içini üşütüyorsa...
Onu kaybetmekten ölesiye korkuyorsan...
Her gecenin sonunda, onun daha da çok yaşaması, hatta hep yaşaması için dua ediyorsan...
Tüm zamanın; dakikaların; günlerin, ayların, tüm yıllların gerçekten böyle geçiyorsa...


Ve bir anneler günü;
Anlık duygu hezeyanlarıyla; uzaktan giden kuru telefonun ona süssüz, şekersiz ve balonsuz geldiyse...
Seni yargılıyorsa...
“Bir şeyler bekledim ama ne bilmiyorum” diyorsa...
“Yazacak iki satır da yok muydu”...diye ekliyorsa...
Hayal kırıklığıyla dopdolu sesi, “Sen çok değiştin” cümlesiyle son bulup, bir bıçak gibi boğazını kesebiliyorsa...
Stop!!! Bu sefer gerçekten one minute!

Anneler günü, anneler haklıdır.
Anneler her zaman haklıdır.
O zaman:


Anneciğim;
Ben seni; çiçekten, böcükten, canımdan çok severim!

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Türkiye' de olan biten herşeye inat; Yaşasın Sanat!


Yer: Marina Yacht Club….


Zaman: Herhangi güzel, hafif esintili bir yaz gecesi…


Sahnede: Siyahlar içinde Ali Poyrazoğlu…


Arkada: Olağanüstü bir pandomim performansı….


Fonda: Bir vals…


Gözün gördüğü yer: Bodrum Kalesi…


Ellerimizde: Black Label ile dolu viski kadehleri…


Yarabbim…Canımı alsa gözüm açık gitmeyeceğim nadir gecelerden biri….Oysa, ne çok korkarım ben ölümden…


Johnnie Walker’ın doğuş öyküsünden, meşe fıçılarından başlıyoruz…
Gözlerimizde siyah uyku bantları… dinleyerek, koklayarak, içerek, hayal ederek devam ediyoruz gece yolculuğumuza…


Karlı bir gecede, Zeki Müren’in beyazın içinde kaybolan klasik arabası, camdan el sallaması ve onun buğulu sesinden “Şimdi Uzaklardasın” ile bitiriyoruz gecemizi…


Ali Poyrazoğlu’nu herkes bilir..Ama onu herhangi bir şekilde sahnede izlemiş mutlu azınlıktansanız, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız…

O küçük adam; tanrının ona bahşetmiş olduğu bütün aurasıyla sahneye çıkar, kocaman olur ve adeta devleşir.
Hayatın içinde yolu onunla bir şekilde benim gibi kesişmiş pek çok insan onu çok sıcakkanlı, fazla konuşkan hatta kimi zaman geveze bile bulabilir.
Ama işte oraya, o ait olduğu yere, yani sahneye çıktığında; tane tane anlatımıyla, hikayelerini, güldüklerini, kızdıklarını ya da yok saydıklarını; genelde bazı önemli oyuncuların, seslendirmecilerin ve az bazı radyocuların sahip olduğu o tok ve etkileyici sesiyle süsleyip sizi başka başka dünyalara götürür…


Ve bunu yaparken siz, hangi ara, ne diyarlara gittiniz, ne zaman döndünüz anlayamazsınız….


Maharet o mu, yoksa ben, göstere göstere sizi bir yerlere götürdüğünü sanan, toplumun bitmek bilmez kredisini arkasına almış rehber kılıklı,“sanatçı”lardan mı bıkmışım? İnanın bilmiyorum…


Bir başka ödül töreninde ise, yeni türk lirasını sahnedeki spot ışığına tutup, sahteyle gerçeğini ayırmak konusunda bir retorik kurarak “ İçinden gerçekten Atatürk geçmeyen şeylere inanmam ben, işte o sahtedir!” diyecek kadar da alışık olmadığımız yürekli bir duruşu vardır ustanın.

Bugün ona yeniden bir selam çakmak istedim...
Türkiye’de olan biten her şeye inat,
Yaşasın Sanat!…

13 Ağustos 2009 Perşembe

Hayallerinizin peşine takılın!



Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarıştan koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır.



Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..



Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.



Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.


Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.


"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..


"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi: "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."


Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. "Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."


Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..

"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi.. "Ben de hayallerimi.."

7 Ağustos 2009 Cuma

Ya o Mualla' yı sandala atıp...



Kim söylemiş beni Süheyla’ya vurulmuşum diye,

Kim görmüş ama kim…,

Elene’yi öptüğümü…


Levent Yüksel’in seslendirdiği, en sevdiğim şarkılardan biridir.

Şarkıda her ne kadar İstanbul’dan Galata’dan tramvaydan filan bahsedilse de ozanın yolu mutlaka bir dönem Bodrum’dan geçmiş olmalı…

Zira Bodrum dedikodu açısından da bir cazibe merkezi olmayı başarmış.


Yok yok..Eda Taşpınar ya da Emre Ergani dedikoduları falan değil.

Buranın bizzat gerçek sahiplerinden bahsediyorum. Buranın "ahali"si yani!

Kadınlar...

Küçük yerde yaşıyor olmanın getirdiği sosyal boşluk, yine genelde kadınların var etmeye çalıştığı simülasyon bir sosyal yaşamı da beraberinde getiriyor. Açılışlar, kapanışlar... Burada her yer sürekli açılıp kapanıyor bu arada...Neden yapıldığı belli olmayan garip partiler, uyduruk konseptler, tuhaf kokteyller... İşte asıl dedikodu kazanının ısınıp kaynamaya başladığı ortamlar, bu organizasyonlar.

"Ooo nerde hareket, orada bereket" mantığıyla, biraz da bedava yeme içmenin, bedava sosyalleşmenin karşı konulamaz histerisine kendinizi kaptırmaya başlarsanız, evinizin gerçek bereketi ve huzurunuz yavaş yavaş kaçmaya başlar benden söylemesi.

Ertesi sabah bir telefon trafiği başlar ki sorma gitsin.

Bir kaç gün sonra bir kamu kuruluşuna bir işi halletmek üzere gittiğinizde, tanımadığınız kadınlardan öyle şeyler duyarsınız ki evlere şenlik.

Erkekler...

Sanıyorsanız ki sadece kadınlar yapıyor dedikoduyu, büyük yanılgı içindesiniz.

Erkekler bin beter bu konuda. Yelken yapmaya başlayan yakın bir dostum yarış sırasında denizin ortasında tamamı erkeklerden oluşan bir ekibin nasıl dedikodu yaptığını anlatmıştı da kulaklarıma inanamamıştım.

Nasıl yani? Dünyanın en güzel denizinin üstünde, dünyanın en güzel sporunu yapıp ruhlarını arındıracaklarına, kahvehane misali dümenin başına oturup cak cak dünyevi dedikodular mı yapıyorlar. Pes doğrusu!

Bir muhabbet konusu gerekli. Karşındakiyle paylaşacak şeylerin azlığı, sizi gündelik hayatın önemsiz ayrıntılarını konuşmaya itiyor. Ama onu kimse tutamaz. O önemsiz ayrıntılardan bile kendine bir dedikodu malzemesi çıkarmayı başarıyor. Malum iş yok güç yok. Ben en yoğunum çalışıyorum diyenlerin bile yaptıkları iş ortada. Burası öyle küçük bir yer ki o gereksiz detay, dallanıp budaklanıp en geç 3 işgünü içerisinde size iadeli taahhütlü geri dönüyor. Bir de Akdeniz havası yavaşlatıyor ve tembelleştiriyor insanları diyorlar ya; maşallah bu konudaki inanılmaz hız, sizi şoke ediyor.

Demek amaç belirlemek en önemli şey! Bu hızla kendilerini ilime irfana verseler, dünyanın büyük güçleri arasına girecek canım memleketim!

İlk günler evde eşimle sıkı bir arama başlattık. Bir dinleme cihazı var mı, kamera konmuş olabilir mi hatta iddianame arama motorlarına bile baktık acaba adımız geçiyor olabilir mi diye? Zaman içinde konuştuklarımız, yaşadıklarımız öyle yalan yanlış, uyduruk vaziyette geri döndü ki olayın yarım yamalak hayal güçleriyle beslendiği, bilgiye belgeye dayanmadığı kesinleşti.

Aslında kimi zaman, bunu bir oyun haline getirmeyi başarabilirseniz pek de eğlenceli olduğunu söylemek mümkün. Atın ortaya bir olta, sazanlar bir bir dayansın kapıya. Yapmadık desek yalan söylemiş olurum. Hep onlar mı eğlenecek, biraz da biz gülelim durumu!

Zamanında, Bodrum'un en büyük ve yaz kış işleyen mekanının sahibiyle çok keyifli sohbetlerimiz olmuştu. O zamanlar henüz buraya yerleşmemiştim ve o yarım, manidar gülümsemesiyle ondan dinlemiştim buranın "ahali" profilini. İçinde biraz abartı barındırdığını düşündüğüm ( ki az bile anlatmış ) bu konuşmanın sonunda; böyle bir mekanın içinde, bu "ahali"nin göbeğinde küçük insanların, küçük eğlence malzemesi olmadan kendini nasıl soyutladığını; ruhunu, kimliğini nasıl korumaya çalıştığını anlatırken onu dikkatle dinledim.

Elbette onun da pazar eklerine tam sayfa olacak bir başarı öyküsü vardı. Küçük bir mekandan, eğlencenin beşiği dev bir dünyaya...filan gibilerinden herkesin seveceği cinsten bir öykü. Ama şimdi düşündükçe onun asıl başarısının varolan duruşunu korumak olduğuna inanıyorum ve bunun için ona daha fazla saygı duyuyorum.

Zeytin ağacımın altında, üretmek adına bu kasabanın ruhumda yarattığı bütün nimetlerinden faydalanmaya çalışan ben, artık telefon sesi duyduğumda gülmeye başlıyorum.

"Nasılsın" sorusunun altında aslında kimsenin nasıl olduğumla ilgilenmediği, "hadi bana bir malzeme ver" tutkusunun yarattığı içsel çığlıkları duyar gibiyim artık.

Şarkımıza dönelim artık..
Haydi Bodrum eller havaya…

Geç bunları,
Anam babam geç bunları,
Bir kalemde,
Bilirim ben yaptığımı…

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Sezen Aksu Bodrum'a gelsin ve hiç dönmesin!


Sezen’in son albümünü dinliyorum…

Müzik dinlemiyorum… sanki dağları aşıp, denize iniyorum…


Günlüğümde geziyorum…


Bir gün onu yazmaya cesaret edeceğim hiç aklıma gelmezdi…


Sezen ile ilk randevum, Suadiye’deki evimizin mutfağındaydı…
Annemi izliyorum.., Kuzguni siyah saçları…Upuzun yüzü..Kikirdekliğinin içine ölesiye gizlediği hüznü ile danseden yaşamla dopdolu ruhu,Biraz etine dolgun, İspanyol kadınlarını andıran haliyle soğan doğrarken…Fonda… “şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” nağmeleriyle yankılanan öylesine bir “an” dı işte…
Annem bir yandan şarkıyı mırıldanıyor, bir yandan aslında içine akması gereken gözyaşları, akşam yemeğimiz olan köftemize, kimyon niyetine akıyordu,Ve iddiaya girerdim ki, boğazımızı o akşam, kimyondan daha çok yakacaktı….

Hep korkmuşumdur ona, o anı sormaktan…Hikaye soğanda mıydı,Sezen’de miydi, Yoksa Sezen’le birlikte; hayata hep dört boy büyük gelmiş evimize, davetsizce misafir olan başka duygularda mıydı? Hiç sormadım… ta ki… Bir gün başka bir şehirde, başka bir mutfakta…aynı parçayı dinlerken…ve soğan doğrarken.. Ve ağlarken….Buldum kendimi…Keramet soğanda mıydı?…
O an anladım….Sihir buradaydı…işte tam burada…Ne zaman önemliydi…Ne de yer…Üzerinden yıllar, yıllar ve yıllar geçmişti…

Şunu aklınızdan hiç çıkarmayın…
Sezen demek,… hissetmek demek…Sezen demek “Yakarım dünyayı uğruna, ama sana eğilmem” demek…Sezen Aksu demek,… kadın demektir…. Sezen demek,…yasak demek… Sezen demek,… tutku demek… Sezen demek,… AŞK demek…Başkaldırı…ayrılık…aykırılık…ama Sezen demek, en çok “farkındalık” demektir…

Hayatınıza, dönem dönem girmiş erkekler;
Ki bunlar dost, flört, sevgili, koca, hoca, yasak aşk, ağabey, hatta baba dahi olabilir, Sezen’i gerçek anlamda hiç sevmeyecekler, sevemeyecekler…Hep seviyormuş gibi yapacaklar…Konserine “lütfen” geldiklerinde, sahneye değil,“Bu kızı yeniden büyütmeliyim” ya da “ Masum değiliz hiçbirimiz” diyen yüzünüze, çaktırmadan bakacaklar…Çünkü en büyük korkuları “farkındalık” onların…
Hatta size “ Neyin farkındasın, söyle bakalım” diye lakap takacaklar…

Daha da olmadı…hep yaptıkları gibi….Kaçacaklar!!!